Murat Sabuncu/Milliyet
Yan yana odalar düşünün. Küçük…Arada kalın camlar. Her birinin üzerinde numaralar. 1, 2, 3, 4, 5…Odaların karşısında bir avlu var. Sizi oraya alıyorlar. Ve beklemeye başlıyorsunuz. Derken camların arkasında ışık yanıyor. Bir koşuşturma başlıyor avluda…Eşim, babam, arkadaşım, oğlum hangi numaralı odaya girecek diye…Önce odalar belli oluyor. Sonra eller hızla duvarda bulunan ahizelere uzanıyor. Telefonsuz birbirini duymak mümkün değil çünkü. Zamana karşı bir yarış bu. 30 dakika Haftada bir tekrarlanıyor. Ayda bir de açık görüş var. Masaların ayırdığı, etrafınızda nöbet tutulan bir odada hiç olmazsa telefona ihtiyaç olmadan ve dokunarak konuşuyorsunuz. Yine haftada bir ailenizle 10 dakika telefonla konuşma hakkınız.
Yeni öğrendim tüm bunları. Milliyet Gazetesi’nden arkadaşım Nedim Şener Silivri Cezaevi’ne gönderildiğinde. Ve hemen her hafta Nedim’i görmeye gittiğimde sanki kötü bir rüyadaymışım gibi izledim etrafımı. Camlar arasındaki yolculukta her seferinde “karşı taraftan bir el” gülümseyerek sallandı bana. Bu kişi Doğan Yurdakul idi. Oda TV iddianamesi kapsamında tutuklu gazeteci. Göz aşinası olduk biz onunla. Kendisini ziyarete gelen yakınlarıyla “cezaevi içi çalışan otobüsü beklerken” konuşma fırsatımız da oluyordu. Kitaptan başka istediği de yoktu.
Sonra bir açık görüş günü bizimle beraber “aranma” sırasına yaşlı bir hanımefendi girdi. Onun araması hepimizden fazla sürdü. Çünkü “hassas aletler” sürekli sinyal veriyordu. Sonunda sinyalin sebebi anlaşıldı. Kemoterapi aldığı için saçları dökülmüştü. Ve kafasında peruk vardı. Onun tutturmak için kullandığı firketeler alarm veriyordu. Yüzünden yorgun olduğu belliydi ama aramaya hiç itiraz etmedi. Biraz sonra açık görüş alanındaydık. Nedim, Ahmet Şık ve Doğan Yurdakul aynı alanda yan yana sıralanmışlardı. Bana hep camların ardından el sallayan adam yüzünden daha evvel görmediğim bir gülümsemeyle hanımefendiye doğru yürüdü. Kucaklaşmalarını ve görüş boyunca elele duruşlarını unutamadım. Çıkışta kimlik kartını almaya yürüyen bu hanım üç adımda bir duraklayıp güç toplamaya çalışıyordu. Bu hanımefendi şimdi ölüm döşeğindeki Güngör Yurdakul idi.
Dün Silivri’ye gittiğimde biraz da utanarak Doğan Yurdakul’un bulunduğu bölüme baktım. Elini kaldırdı gene. Ama gözünü bu kez gözüme dikmedi. Başını yere eğdi. Hemen camın önünden çekildim. Ziyaretçisiyle görüşmesi boyunca gidene kadar bir daha hiç onun tarafına geçmedim. Ölüm döşeğindeki eşiyle son bir defa görüşmesi için Oda TV iddianamesinden tutuklu Soner Yalçın “Doğan ağabey son bir kez eşinin yanına gitsin vedalaşsın. Merhamet edin.” diye bir yazı yazmıştı. Bazı girişimler başlamıştı ki Doğan Yurdakul’dan bir açıklama geldi:
“Soner’in iyi niyetinden şüphem yok ama bugüne kadar hiç kimseye minnet etmedim. Pazar günü eşimle telefonda kısaca görüştüm ve vedalaştım. Vefat durumunda cenazeye katılmak yasal hakkımdır. Bunun dışında Adalet Bakanı’ndan bir talebim yoktur.”
Doğan Yurdakul bu açıklamayı yaptıktan sonra kendisine dün gelen ziyaretçilerine “veda”yı anlattı. Ben de bana kendisinden izin alınarak nakledilen bu vedayı yine izin alarak yazmak istiyorum:
Doğan Yurdakul eşine sordu: Hastaydın, zor günler geçiriyordun. Cezaevindeydim yanında olamadım kırgın mısın?
Eşi yanıt verdi: Hayır Doğan. Benim bu en zor hallerimi görmeni istemezdim. Sana kırgın değilim. Beni hep iyi günlerimizdeki gibi hatırla.”
Bir diğer anekdot: Doğan Yurdakul’un eşine ilk kanser teşhisi 2001 yılında konuyor. Doğan Yurdakul o gün bir dua ediyor. Ne olur 10 yıl daha beraber yaşayalım.
Yıl 2011. 10 yıl doldu. Dün Doğan Yurdakul “keşke 20 yıl diye dua etseydim” diyor.
Bunları dinliyorum. Boğazımda koca bir yumruk. Bugünlere tanık olmanın yürek burkuntusuyla “şehre” geri dönüyorum.