Gündem

'Bayrak ve linç' filmini daha önce de izledik

'Linçin toplumsal şiddet repertuarımıza AKP döneminde eklenen 'olağan' bir refleks olduğunu söylemek mümkün'

11 Haziran 2014 17:32

 

Zeynep Gambetti 

(Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Fakültesi Öğretim Üyesi)

 

Başbakan Tayyip Erdoğan, Lice’deki “kalekol”da bayrağın indirilmesine ilişkin açıklama yaparak, iki kişinin öldürülmesini protesto etmek için toplananların linç girişimine uğradığı Tokat’ı örnek gösteriyor ve “Tokat'taki vatandaşın ortaya koyduğu tavrı aynı şekilde herkesin ortaya koymasını söylüyorum” diyor (t24, 10.06.2014: “Erdoğan bayrak tepkisi için Tokat'taki linç girişimini örnek gösterdi”)Linçcileri aklayan, devletin gönüllü bekçilerini göreve çağıran bu tür söylemlerin ne denli tehlikeli olduğunu kavramak için 2005-2007 yılları arasında 30’dan fazla siyasal linç girişiminin yaşandığını, bu linç furyasına bir süreliğine ara veren olayın ise Hrant Dink’in sokak ortasında güpegündüz katledilmesi olduğunu hatırlamak elzemdir. Zira biz bu filmi daha önce de izledik...

Anımsatmak gerekirse, 2005 Mart’ında Mersin'deki bir Newroz kutlamasında Kürtler bayrak yaktı iddiası üzerine infial olmuş, Genelkurmay Başkanı zehir zemberek bir demeç vermiş, “sözde vatandaş” ifadesini kullanmıştı. Bayrağın fiilen yakılıp yakılmadığı henüz kesinleşmemiş ve Kürt çocukların eline bayrak veren kravatlı bir kişinin varlığı fotoğraflarla tespit edilmiş olmasına rağmen, 24 Mart’tan itibaren, “bayrak furyası” olarak adlandırılabilecek bir dizi tepki oluşmuştu. Cumhuriyetçiler ve milliyetçiler en büyük bayrağı kim diktirecek yarışına girmiş, ve 1.5 yıl sürecek olan linç furyası başlamıştı. Aynen bugün AKP, CHP ve MHP yöneticilerinin Lice konusunda yaptıkları gibi, o dönemde de üst düzey politik aktörler birbiri ardından demeçler vererek “halkın sabrının taşmakta” olduğunu beyan etmişlerdi. Erdoğan, Trabzon’da 6 Nisan 2005’te girişilen ilk linç eylemi ardından da aynen şu açıklamayı yapmıştı: “Halkın hassasiyetleri çok önemli. Halkımızın milli hassasiyetlerine dokunulduğu zaman, bunun tepkisi farklı olacaktır. Ancak, bunu da lütfen kimse istismar etmesin.”

Yine hatırlanacak olursa, Hrant Dink katledilene dek yaşanan linç girişimlerinin çoğunluğu Kürtleri ve solcuları hedefliyordu. Furyayı tetikleyen ilk linç F-tipi cezaevlerini protesto etmek için bildiri dağıtan TAYAD’lılara karşı, grubun PKK’lı olduğu sanılarak gerçekleştirilmişti. Aynı şekilde, 2005 ve 2006’da çeşitli illerde ve farklı olaylarda, TAYAD, ESP, Temel Haklar Federasyonu, Türkiye Gençlik Federasyonu üyesi kişiler bildiri dağıtırken, Sakarya’da iki genç Mahir Çayan posteri asarken, Isparta’da üniversite öğrencileri YÖK aleyhine bildiri dağıtırken PKK’lı oldukları gerekçesiyle linç edilmek istendi. İzmir Seferihisar, Konya Bozkır, Sakarya Akyazı gibi birçok ilçede Kürt işçilerle yerel halk arasında çıkan apolitik tartışmalar toplu linç girişimine dönüştü. Bu tarz toplumsal galeyanlar 2007 başında diner gibi olsa da, bilindiği üzere 2010’da Manisa Selendi’de Romanlara, 2010’da Adana Dörtyol, 2011’de Bursa İnegöl, 2014’te Fethiye’de Kürtlere karşı pek çok sporadik linç girişimi yaşanır oldu.

Linçin toplumsal şiddet repertuarımıza AKP döneminde eklenen “olağan” bir refleks olduğunu söylemek mümkün dolayısıyla. Başbakan Erdoğan’ın öfke dolu söylemi, bu tehlikeli refleksi dindireceğine körükleyen başlıca etmenler arasında. Lice olayıyla ilgili Erdoğan, “Kalkıp da yol kesmek, bu eşkıya işidir, terörist işidir” diyerek, daha önce de mutat kez yaptığı gibi “makbul” vatandaş ile “öldürülmesinde beis olmayan” vatandaş arasında çizgi çekmekte.

İşin ilginç yanı şu ki, yol kesmelere karşı Erdoğan’ın tepkisi geçmişte de aynı olmuştu. 2006’da fındık üreticilerinin düşen fiyatları protesto etmek üzere Ordu’da yol kesmelerini Erdoğan “illegal bir çok örgütün katıldığı hükümeti karalamaya yönelik bir eylem” olarak nitelemişti. Hatta daha da ileri giderek Ordu eylemini aynı yıl Diyarbakır’da çok sayıda kişinin güvenlik güçleri tarafından vurulmasıyla sonuçlanan ayaklanmaya benzetmişti: “Yine olay aynen Diyarbakır'da olduğu gibi kadınlar, çocuklar yol ortasına konuldu. Ve bütün trafik kesildi. 8-9 saat vatandaşı orada kimsenin mağdur etmeye hakkı var mı?”

Ancak öyle anlaşılıyor ki Lice’deki yol kesmeler Türkiye Cumhuriyeti devlet söyleminin Osmanlı’dan gelen bir refleksini canlandırdı ve “illegal”a ek olarak “eşkıya” damgası söylemsel repertuara yeniden girdi. Kürtlere uygulanan şiddeti meşrulaştırmak üzere cumhuriyetin ilk yıllarından beri neredeyse kesintisiz olarak kullanılan “eşkıya” ifadesi, son 15 yıldır dilden düşmeye başlamış, ancak Roboski katliamıyla birlikte “kaçakçı” biçiminde hortlama emareleri göstermişti. Başbakanın bu devlet geleneğine yeniden başvurmuş olması elbette ki “AKP’nin barışı”nın ne denli muğlâk olduğuna da işaret ediyor.

Tüm bunlardan çıkarmamız gereken derslerden biri, barışın tesis edilmesinin siyaset bilimi literatüründe “savaş sonrası şiddet” olarak adlandırılan olguyla mücadele etmekten geçtiğidir. Savaş yaşamış toplumlarda, şiddetin bir norm olarak içselleştirmesi, bir “şiddet kültürünün” ortaya çıkması söz konusudur. Başka bir deyişle şiddet, iktidar ve statü kazanmanın meşru bir yolu olmuş, kanıksanmış ve makbul değerler dağarcığında yer edinmiştir. Şiddeti destekleyen ve pekiştiren pratiklerden bir tanesi, yasaların askıya alınması veya bizzat devlet tarafından delinmesidir. Buna devletin kendi ihlallerine muafiyet veya dokunulmazlık tanıyan yasa veya uygulamalar da eklenince, şiddet kullanımının cezalandırılmayacağı fikri kanıksanmış olur. Ancak bundan da önemlisi, devletin kolluk güçlerine (ordu, jandarma, polis, özel tim, Gezi’nin yıldönümünde ortaya çıkan coplu siviller) verdiği olağanüstü yetkinin, aşırı şiddet uygulanmasını “özendiren” bir hal almasıdır.

Başbakan Erdoğan’ın “irade siyaseti”nden müthiş haz duyan bir toplumda şiddet kültürünü bertaraf etmeye ne yandaş basının, ne de hükümet çevrelerinin yanaşacağı neredeyse kesin gibidir. İrade, kan, bayrak, bedel ve itham dilinden uzaklaşma çabasını gösterecek olanın yine demokratik güçler olduğu ortadadır.