Gündem

Başbuğ'dan mektup var: Türk ordusunun komutanı kaçar mı?

İnternet Andıcı davası kapsamında 207 gündür tutuklu bulunan Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ mektup yazdı

02 Ağustos 2012 07:38

Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, tahliye talebinin "kaçma şüphesi"den reddedildiğini hatırlatarak, "Türk Ordusu’nun Komutanlığını yapmış bir kişinin 'kaçma şüphesinin' olduğunu ileri sürmek, bırakın hukuki gerekçeleri, hayatın gerçeklerini, yani Türkiye'yi ve Türk Ordusu’na komuta etmenin o kişilere ne gibi sorumluluklar yüklediğinin anlaşılamadığının bir göstergesidir" dedi.

İnternet Andıcı davası kapsamında 207 gündür tutuklu bulunan Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, mektup yazdı. Mektubunda tutuklanacağına dair haberi 28 Aralık 2011 gecesi ismini açıklamadığı bir kaynaktan aldığını söyleyen Başbuğ’un belirttiği tarihte hakkında herhangi bir soruşturma bile yoktu.

İşte Başbuğ’un Vatan gazetesine gönderdiği “Türk ordusunun komutanı mıyım? Yoksa terörist ve darbeci miyim?” başlıklı mektubu şöyle:

 

Türk ordusunun komutanı mıyım? Yoksa terörist ve darbeci miyim?

28 Aralık 2011 Çarşamba akşamı "20.Yüzyılın En büyük lider, Mustafa Kemal" adlı kitabımın son bölümü üzerinde çalışıyordum.

O hafta kamuoyunda "İnternet Andıcı" olarak bilinen davanın duruşmaları devam ediyordu. Duruşmaları basından ve avukatımdan aldığım bilgilerle yakinen takip ediyordum.

O akşam, duruşmaların cereyanına ilişkin aldığım bilgilerle pek uyuşmayan ve beklemediğim bir haber bana ulaştı.

Bazen haberin ne olduğu ve taşıdığı önem karşısında size nasıl ve nerden ve hangi amaçlarla ulaştığının pek fazla önemi olmuyor.

Haber şöyleydi:

"İnternet Andıcı davası kapsamında önümüzdeki günlerde tutuklanacaktım."

Genelkurmay başkanlığı dönemimde edindiğim tecrübelere göre bu haber doğru olabilirdi.

Haberin taşıdığı önem karşısında, bu bilginin size nerden ulaştığının pek fazla önemi olmuyor.

Kanunlara göre, yargılamaya yetkili merci Yüce Divan olsa bile, Cumhuriyet Savcıları doğrudan soruşturma yapabiliyordu. Bu nedenle yapılacak tek şey istenilen gün ifade vermeye gitmek idi.

5 Ocak 2012 günü ifade vermeye çağrıldım. Gittim ve 6 Ocak 2012 günü sabaha karşı tutuklandım. Haber doğru çıkmıştı. Türkiye'de daha önce de benzer durumlar yaşanmıştı.

Eşimle yaptığım son görüşmede kendisi birazda kızgınlıkla ve tepkili olarak bana şöyle dedi:

"Sizlere yaşatılan bu haksızlıklara neden yeterince tepkili davranmıyorsunuz?"

İçimden ona hak verdim.

Peki, ben kime sesleneceğim, sesimi duyuracağım.

Yüce Türk milleti ve biz askerler biliyoruz ki,

Türk ordusu, Türk milletinin ordusudur. Atatürk'ün ordusudur. Şimdi birileri kalkmış, Türk ordusunun komutanını ve onun çalışma arkadaşlarının terörist olduğunu, Türk ordusunun bir terör örgütü olduğunu iddia etmektedir.

Aziz Milletim, senin evlatlarından oluşan ordumuz, bir terör örgütü olduğu ileri sürülmektedir.

Sayın Güngör Mengi'nin sorduğu soruyu ben de sormadan edemiyorum:

"Merak ediyorum bu milletin vicdanına ne oldu? Öldü mü, yoksa sadece sesimi çıkmıyor."

Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın Başbakan:

Bu görevlere sizler atadınız. Anayasa ve yasalarda belirtilen yetki ve sorumluluklar çerçevesinde görev yaptık, mesai arkadaşlığı yaptık.

Şimdi bizlerin terörist, Türk Ordusu’nun adeta bir terör örgütü olarak gösterilmesine, bizler bu durumu anlayamadık, bırakalım yargı gerçeği ortaya çıkarsın diyebilir misiniz?

Bizler devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü hedef alan terörist faaliyetlere karşı, hayatımızı tehlikeye atmaktan çekinmeyerek, mücadele eden kişileriz.

25 Ocak 2010 günü bir konuşmamda inanarak ve samimi olarak şöyle demiştim:

"Demokraside, demokratik yönetimlerde en önemli hususun iktidarların seçimlerle, demokratik yöntemlerle el değiştirmesi olduğuna yürekten inanıyoruz."

Geçen zaman içinde ümitle görmekteyim ki, medyada doğruyu görenlerin sayısında her gün artmaktadır. Elbette, güneş balçıkla sıvanmaz.

Sayın Cengiz Çandar bu konuyu 29 Haziran 2012 tarihli yazısında şu şekilde değerlendirildi:

"Emrinde koca Türk Silahlı Kuvvetleri bulunmuş olan İlker Başbuğ'un Genelkurmay Başkanlığı yaptığı dönemde silahlı terör örgütü ve darbecilik suçlaması ile tutuklamak ve tutuklu yargılamak büyük bir garabettir. Bir başka hukuk cinayetidir."

Sayın Amberin Zaman da 24 Temmuz 2012'de şunları yazdı:

"Aleyhte sunulan delillerdeki tutarsızlıklar, hatta abuklukların yanı sıra, masumiyetleri kuvvetle muhtemel insanların da içeriye tıkılması davayı gölgelemekte.

Bunlar Başbuğ aleyhindeki iddialara baktığımız zaman da karşımıza çıkıyor. İnternet Andıcı isimli belgede Başbuğ'un imzası yok. Ayrıca bu andıç doğrultusunda herhangi bir site de kurulmadı. Hazırlık aşamasındayken fişleri çekildi. O halde hükümet aleyhinde yayın yapacakları nasıl ispatlanır? Kaldı ki daha önce yayına geçen kırk küsur siteyi kapattıran da Başbuğ ve ekibi. Başbuğ’un devlet yöneticilerine baskı yaptığı iddiası. Bu suçlamaya ilişkin hiçbir delil sunulmuş değil. AK Partinin birçok tepe ismi Genelkurmay Başkanlığı döneminde ne kadar uyumlu olduğuna dair övgüler düzüyorlardı. Kendi kulaklarımla duydum."

Genelkurmay karargâhımdaki arkadaşlarımla beraber terörist ve darbeci olduğumuz iddiası ile karşı karşıya bırakılmış olmamızı, bize reva görülen bu durumu, bize ve ailelerimize yaşatılanları, adalet sisteminin içinde bulunduğu durumu elbette kabullenmemiz bizden beklenmemelidir.

Anayasa'nın 117nci maddesine göre, Genelkurmay Başkanı Türk ordusunun komutanıdır. Genelkurmay Başkanı, Bakanlar Kurulu'nun teklifi üzerine Cumhurbaşkanı tarafından atanır. Ben de bu hükme uygun olarak Türkiye Cumhuriyeti'nin 26ncı Genelkurmay Başkanı olarak görev yaptım.

Terörler Mücadele Kanununun 1nci maddesine görece bir ve şiddet kullanarak, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak amacıyla örgütlü olarak eylemlerde bulunanlar teröristtir.

Ben ve arkadaşlarım ise, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak amacıyla örgütlü olarak eylemlerde bulunanlar teröristtir. Ben ve arkadaşlarım ise terörist faaliyetlerine karşı terörle mücadelede görev aldık. Birçoğumuzda devlet tarafından "Türk Silahlı Kuvvetleri Ünsün Cesaret ve Feragat Madalyası" ile ödüllendirildik. Burada vahim bir yanlışlık yok mu? Bun yanlışlığı kim düzeltecek? Aslında bu iddia ile Türk Silahlı Kuvvetleri terör örgütü olmuyor mu?

Terörle Mücadele Kanunun 1nci maddesine göre, cebir ve şiddet kullanarak, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek amacıyla örgütlü eylemlerde bulunanlara "darbeci" denir.

Medya içinde doğruları görenlerin sayısı her gün artmaktadır.

"Darbecilik" iddialarına karşı söylenen bu sözlere ilave edilecek bir hususun olmadığını düşünüyorum.

Ben, bir Harp Okulu öğrencisi olarak 22 Şubat 1962 ve genç bir teğmen olarak da 21 Mayıs 1963 darbe teşebbüslerinin yarattığı acı olaylara bizzat şahit olduğu.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin nedenleri ne olursa olsun, siyasete müdahale etmesinin, hem ülkeye hem de bizzat ordunun kendisine zarar verdiğini gördük. Bu değerlendirmeyi bugün yapmıyorum, Genelkurmay Başkanlığı görevim esnasında defalarca söyledim,25 Ocak 2010 günü inanarak ve samimi olarak söylediklerim de şöyleydi:

"Demokraside, demokratik yönetimlerde en önemli olan hususun, iktidarların seçimlerle demokratik yöntemlerle el değiştirmesi olduğuna yürekten inanıyoruz."

Bu nedenlerle, bana "darbeci" diyenlere sadece şaşarım ve acırım.

Silivri'deki tutukluğumuz, tutsaklığımız devam ediyor.

Haziran ayı sonunda,3ncü yargı paketi Mecliste kabul edildi. Sayın Cumhurbaşkanı tarafından da ivedi olarak onaylandı.3ncü yargı paketinin kabul edilmesiyle özellikle tutukluluk durumlarıyla ilgili olumlu gelişmelerin yaşanabileceği ümidi verildi.

HSYK 1nci Daire Başkan vekili basına yansıyan bir konuşmasında 3ncü yargı paketinin muhtemel uygulamalarına ilişkin şunları söyledi:

"Hakimlerin önüne daha geniş alternatifler konmuştur. Kamuoyundaki algı kararlarda toptancı bir tutum izlendiği, herkesin peşin hükümle aynı potada değerlendirildiği şeklindedir. Yargıçlar her olayı kendi içinde değerlendirmek zorundalar. Kararlar kamu vicdanını tatmin etmelidir."

13ncü Ağır Ceza Mahkemesi bu kanuni düzenleme nedeniyle 5 Temmuz 2012 günü yazılı talepleri aldı ve o hafta içinde de taleplerin değerlendirileceği havası yaratıldı. Nedense o hafta karar alınmadı. Karar 27 Temmuz 2012 günü açıklandı. Değişen bir şey yoktu. Geçen 22 günde adeta insanlara manevi işkence yapıldı. Ümitler yaratıldı ve söndürüldü.

27 Temmuz 2012 günü mahkeme tarafından alınan ve tutukluluk halinin devamına ilişkin karar ise şu noktalara dayandırıldı:

Kaçma şüphesinin bulunması, tanıkları etkileme ve delilleri karartma şüphesinin devam etmesi, dosyada mevcut çok sayıda yazı ve belgeler, inceleme raporları, ihbar mektupları, Genelkurmay Başkanlığınca gönderilen yazı ve belgeler, telefon kayıtları, ses ve görüntü kayıtları, sanık ve tanık beyanları göz önüne alındığında, kuvvetli suç şüphesinin bulunması.

Cumhuriyet Savcılığı tarafından ifade vermeye davet edilen ve bu davete, tutuklanabileceği ihtimalinin olduğunu da bilerek, hiçbir mazeret yaratma gereği duymadan icabet alan ve Genelkurmay Başkanlığı gibi Türk Ordusu’nun Komutanlığını yapmış bir kişinin "kaçma şüphesinin" olduğunu ileri sürmek, bırakın hukuki gerekçeleri, hayatın gerçeklerini, yani Türkiye'yi ve Türk Ordusu’na komuta etmenin o kişilere ne gibi sorumluluklar yüklediğinin anlaşılamadığının bir göstergesidir.

Türk Ordusuna Komutanlık etmiş bir kişi şartlar ne olursa olsun ülkesinden kaçmaz. Böyle bir durum düşünülemez. Yapılan, şahsıma, ülkeme ve Türk Silahlı Kuvvetlerine hakaret sayılabilecek talihsiz bir değerlendirmedir.

6 Ocak 2012 tutuklama kararında dahi bulunmayan "kaçma şüphesinin" hiçbir somut veriye dayanmadan ileri sürülmesi hakkımda yapılan incelemenin ne kadar özensiz yapıldığını da göstermektedir.

Genelkurmay Başkanlığı görevi esnasında Cumhuriyet Savcıları tarafından istenilen bütün hususları yasalar çerçevesinde cevaplandıran, medyada yer alan iddialar üzerine tereddütsüz anında Genelkurmay Askeri Savcılığına soruşturma emri veren şahsımın emekliliğin üzerinden neredeyse 2 yıl geçmiş olmasına rağmen tanıklara etkileme ihtimali ve delilleri karartma ihtimalinden, hiçbir somut olgu ortaya konulmadan bahsedilmiş olması en azından çok düşündürücüdür.

Hakkımda hazırlanan 39 sayfalık iddianameyi inceleyen kişilerin birçoğunun ortak kanaati, bu iddianamenin sadece varsayımlara dayandığı ve hiçbir somut delili ihtiva etmediği şeklindedir.

Böyle bir iddianameye dayanarak "kuvvetli suç şüphesinin" olduğunu hala ileri sürmek gerçekçi bir yaklaşım değildir.

Benim tutukluluk durumumum devamı için gösterilen nedenler, sivil memurum dâhil olmak üzere karargâhtaki arkadaşlarım için de aynen gösterilmiş olması nedeniyle, bu gösterilen nedenlere yaptığım itirazlarda bütün karargâhım için de geçerlidir.

2007 yılından itibaren Türkiye büyük boyutlarda gözaltılar ve tutuklamalarla tanışmaya başladı.

O günden bugüne kadar da, iddia edilen suçlamaların ciddiliğinden ziyade, tutukluluk sürelerinin tartışılması Türkiye'de, haklı olarak, gündemin birinci maddesini oluşturdu.

6 Haziran 2012'de Sayın Başbakan bu konulara şöyle değindi:

"Terörle mücadele ederken bütün enstrümanlarımı da kullanmak durumundayım. Bu insanlar birçok yerlere hayatlarını ortaya koyarak gidiyorlar. Ondan sonra siz çalışacak insan bulamazsınız.

Tabii bu ister istemez bizi demek ki bu madde haddinden fazla yetki doğuruyor, adeta biz devlet içinde devletiz havasına bu işi sokuyor...

Tutuksuz yargılanabileceği halde maalesef tutuklu yargılanan insanlar var, bu askerdir, bu gazetecidir, bu ne bileyim diyelim ki siyasidir. Kim olursa olsun, yani bu insanların tutuksuz yargılanmaları mümkünken niçin illa da bir tutuklu yargılanmaları süreci yapılıyor..."

Bu konuşmada iki nokta öne çıkmaktadır. Birincisi tutuksuz yargılanabilecek kişilerin tutuklu olarak yargılanması, ikincisi de "devlet içinde devletiz havasında olanlar."

27 Temmuz 2012 günü açıklanan Mahkeme Kararı, tutukluluk halinin kaldırılmasına imkân tanımadı, diğer bir deyişle 3.Yargı Paketi ile beslenen ümitler gerçeğe dönüştürülmedi.

Gerçek durum nedir? Hakikaten ortada hukuki zorluklar mı vardır? Yoksa "devlet içinde devletiz havasında olanlar" olumlu bir kararın alınmasını uygun görmediler mi?

Önemli olan, 13’üncü Ağır Ceza Mahkeme'sinin kararları kamuoyunu ne kadar tatmin etti?

Peygamberimiz Hz. Muhammed'in çok bilinen ve sıkça da kullanılan;"Haksızlıklar karşısında suskun kalanlar, sağır ve dilsiz şeytanlardır" sözü hepimize bazı sorumluluklar yüklemiyor mu?