12 Eylül 2013 20:08
Yrd. Doç. Dr. Nazan Üstündağ
Boğaziçi Üniversitesi, Sosyoloji Departmanı
Bugünlerde barış --ya da içinde yer alan siyasi aktörlerin adlandırdığı haliyle çözüm - sürecinde netameli zamanlardan geçiyoruz. Kürt aktörlerin tamamı bir ayı aşkındır, sürecin tek taraflı yürüdüğünden şikayet ediyor ve 1 Eylül ve 15 Ekim’i “Kürt sorununun” çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi yolunda adım atılmasını bekledikleri dönüm noktası tarihler olarak telaffuz ediyorlardı. Nitekim hafta başında KCK, beklenen tarihlerde adım atılmadığı için çekilmenin durdurulduğuna dair bir açıklama yaptı. Şimdi hükümetin açıklayacağı çözüm paketini bekliyoruz. Ve elbette tansiyonun düşmesi ya da artmasında önemli rol oynayacak İstanbul KCK davasının gidişatını takipteyiz.
Siyasi gerilimin arttığı ve her düzenlemeye ya da beyanata aşırı siyasi ve sembolik anlam yüklendiği böyle dönemlerde hem sorunların kaynağını anlamanın hem de sorunları gidermenin önemli yollarından biri sürece karşılaştırmalı bir çerçeveden bakmak. Bir diğer deyişle Türkiye devleti ve PKK arasında yürüyen süreci benzer dünya örnekleri ışığında değerlendirmek. Böyle bir bakış açısı dünyada son 25 yılda birikmiş deneyimi temel alarak, siyasete mesafeli bir yaklaşım oluşturmaya katkı sunabilir. Üstelik bu sayede KCK’nin Türkiye’ye yönelttiği eleştirinin bir güç gösterisi değil, devletin barış sürecinin kalıcı olması ile ilgili hiç bir önlem almamasından kaynaklandığını görmek mümkün olabilir.
Devletlerin kendilerine karşı mücadele eden devlet dışı aktörlerle bugün bildiğimiz anlamda “barışma” pratiği geliştirmelerinin esas olarak 1990’larla birlikte ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Bunun çok farklı sebepleri sayılabilir. Örneğin özellikle 1970lerde sindirme, terörize ve yok etme teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte, devletlerin kendilerine isyan eden halk ve örgütleri maruz bıraktığı kitlesel acının bir toplumsal kopuş ve yarık yaratması; ve bu yarığı ve kopuşu saklamanın ve görmezden gelmenin sürdürülemez hale gelmesi bu sebeplerden biridir ki; İrlanda barış süreci buna iyi bir örnek teşkil eder. Güney Afrika, Arjantin ya da Guatemala barış süreçlerinde, hem bu faktör rol oynamış, hem de uluslararası baskı, devletleri barışa mecbur bırakmıştır. Sudan’da olduğu gibi isyan eden taraf ve devletin mevcut konjonktürde karşılıklı yenişemezliğinin ortaya çıkması da barış için bir sebeptir. Bugün Türkiye’de bu üç sebebin de sürecin başlamasında yer teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Öte yandan dünyada 1990larla birlikte ortaya çıkan 100ü aşkın barış sürecinin yine 1990larla birlikte kurumsallaşan küresel kapitalizmle olan ilişkisi de yadsınamayacak derecede açıktır. Nitekim küresel sermayenin iç savaş ve devlet terörü ile “olağanüstü hale” gelerek üretim ve tüketim pazarlarından kopmuş (ya da henüz hiç dahil edilmemiş) yerelliklere göz dikmesinin dünya çapında bir barışma ve uzlaşma rejiminin tesis edilmesine sebep olduğunu söyleyenler azımsanmayacak sayıdadır. Kürt meselesi bağlamında ele alırsak, bölgenin doğal kaynaklarına, ucuz iş gücüne ve civarında gelişen pazara göz dikmiş küresel ve Türkiye sermayelerinin barış sürecinden beklentileri ortadadır.
Ulus devletler kendilerine karşı mücadele edenlerle yaptıkları barışı hemen her zaman bir tasfiye ve entegrasyon süreci olarak tariflerler. Barış sürecinde atılan adımların tamamı, şiddet kullanma ve yasa yapma gücünün tekrar devlet elinde tekelleşmesini, savaş sırasında çoğullaşmış tarih anlatıları ve hafıza biçimlerinin “ötekileştirilmiş” olanları da içererek, tekilleştirilmesini ve yasa dışı kalmış alanların kapitalist ilişkilere açılmasını içerir. Bu sayede silahlı mücadele süresince delik deşik olmuş “mülk” ve “vatan” yeniden inşa edilir.
Örneğin Güney Afrika’da kurulan yeni anayasal düzen eşitsizliği kurumsallaştırmış ve beyazların mülkünü dokunulmaz ilan etmiş, öte yandan siyahlar ve beyazların ayrı tarihleri, af ve “hakikat komisyonları” aracılığıyla aynı vatanın parçası kılınmıştır. İrlanda’da ise İngiltere devleti IRA’nın mücadelesini bir talepler manzumesine indirgemiş, talepleri kısmi olarak gerçekleştirip, IRA’yı silahsızlandırmış, tasfiye etmiş, bu sırada kendini de Protestanlar ve Katolikler arasında arabulucu ilan edip temize çekmiştir. Endonezya ise uzun yıllar etnik ve sınıfsal bir bağımsızlık mücadelesi veren Açe bölgesini barış sürecinde küresel sermayeye açmış ve kalkındırarak kendine rakip yaşam tahayyüllerini sabote etmiştir.
Devlete karşı savaşanlar için ise çoğu zaman barış, siyasi mücadelenin silahsız yapılabileceği bir yasal ve toplumsal zeminin inşası ve yeni mücadele alanları ve birliktelikleri yaratılmasından ibarettir. Örneğin El Salvador’da ve Güney Afrika’da kadınlar, Guatemala’da yerliler ancak barış sürecinin mümkün kıldığı yasal zemin ve alanların açılmasıyla siyasette görünür aktörler haline gelmişlerdir. Bir diğer deyişle; ulus devletlere meydan okuyan çoğu örgüt ve halk hareketi, barışı stratejik bir değişim olarak görürler. Bu stratejik değişim sayesinde siyasi alanda farklı kesimlerin ortaklaşabileceğini ve önceden imkan bulunmayan ittifakların kurularak mücadelelerin yürütülebileceğini umarlar.
Ulus devlet ve örgütlerin farklı anlamlar yükleyerek girdiği barış süreçlerinde en önemli mücadele alanlarından biri yasa olmuştur. Çünkü silahsız bir siyasi mücadelenin şartlarını sağlamanın yolu da, yasa ve şiddeti tekelleştirmenin yolu da yasal değişimden ve müzakerede varılan mutabakatın kurumsallaşmasından geçer. Ayrıca verilen mücadele sadece hangi yasal düzenlemelerin olacağı değil, aynı zamanda bu yasal düzenlemelerin hangi yöntemle gerçekleşeceği konusundadır da. Nitekim bugün geldiğimiz noktada KCK’nin AKP hükümetine eleştirisi ve itirazı büyük ölçüde yöntemselken, AKP hükümeti bu temel eleştiriyi içeriksel düzenlemelerle geçiştirmeye çalışmaktadır. Ancak aşağıda da anlaşılacağı gibi bu yöntemsel itiraz aslında barışın esasına; yani hayati bir soru olan barışın toplumsallaşması ve sürdürülebilir olması meselelerine bağlanıyor.
Türkiye’de çözüm sürecinin ilk gününden beri karşılaştığımız en önemli sorun yasal çerçeve yokluğudur. Referans alabilecek, tartışılabilecek ve izlenebilecek bir çerçeve bulunmadığı için süreç, tamamıyla verilen sözler, jestlerle gösterilen ya da kullanılan kelimelerden okunan niyetler, sürekli ölçülen “samimiyetler” kıstaslarıyla yürümekte; hayal kırıklıkları, tansiyon, sabırsızlık ve güvensizlik sürece eşlik etmektedir. Her ne kadar Kürt tarafının 1 Eylül ve 15 Ekim tarihlerini telaffuz etmesi ortada bir takvim olduğu görüntüsünü verse de, halihazırda kamuoyuna açıklanmış bir sözleşme bulunmamaktadır. Bu sözleşmenin yokluğu ise devletin resmi olarak Abdullah Öcalan ya da PKK ile bir anlaşma yapması tahayyül dahi edilemediği için makulmüş ve meşruymuş gibi görülmektedir. Oysa dünyada 1990dan bugüne devletlerin PKK türü örgütlerle yaptığı 600’e yakın anlaşma vardır. Bu tür anlaşmaların yapılmasını kolaylaştırmak için uluslararası hukuk, önce yerlileri (Kızılderililer, Mayalar, Aborjinler, Açeliler, Filistinliler, Kürtler gibi), sonradan ise devlet olması ileride muhtemel sayılan aktörleri (mesela Sudan’da ya da Eritre’de olduğu türden örgüt ve liderleri) veya çatışarak halkların mağdurluklarına sebep olacak ya da çeşitli programlarla bu mağdurlukları giderecek kapasitede olan örgütsel yapıları (mesela FARC, IRA, ETA gibi ), ulus devletlerle anlaşma yetkisi bulunan “tüzel” kişilikler olarak tanımıştır. Nitekim PKK’nin bünyesine katılan çocuklar sebebiyle bazı uluslararası anlaşmalarda imzacı olduğunu, yani uluslararası hukukta çoktan bir tüzel kişilik olarak kabul edildiğini biliyoruz. Bir diğer deyişle PKK ile devletin ya da Öcalan ile hükümetin bir yazılı anlaşma yapması karşısında teknik ve hukuki bir engel bulunmuyor. Ancak bilindiği gibi daha sürecin kamuya açıklandığı ilk dönemde imzalı bir sözleşme olmasa dahi, çekilmenin yasal bir çerçeve dahilinde gerçekleşmesi gerektiği BDP tarafından dile getirildi ve hükümet tarafından reddedildi.
Öte yandan ortada bir anlaşmanın olması, bu anlaşmanın pazarlığa ya da bozulmaya kapalı olduğu anlamına da gelmemektedir. Örneğin yukarıda bahsi geçen 600’e yakın anlaşmanın yarısı ilk beş yılda; üçte ikisi ise ilk on yılda bozulmuştur. Bozulmanın sebebi hemen her zaman, anlaşmalarda uzlaşmaya varılan konuların ulus devletler tarafından yasaya bağlanmamasıdır. Nitekim gerek Kolombiya, gerek Nepal, gerekse Guatemala gibi büyük umutlarla başlanmış barış süreçleri sürece başlarken temel alınan anlaşmaların daha sonra yasallaşmamasıyla kesintiye uğramıştır.
Barış süreçlerinin yasal çerçevesini inceleyenler barışın üç aşamada gerçekleştiğini söylerler. Bunlardan birincisi görüşme öncesi aşamadır ki, bu aşama genellikle gizli ve arabulucular dolayımıyla yürütülür. Bu aşamada, ileride olması muhtemel müzakereye, kimlerin hangi statü ile katılacağı belli olur. Hem İrlanda hem de Kolombiya’da bu aşamanın medyaya sızması sürecin kesintiye uğramasına sebep olmuştur. Öte yandan İrlanda ve İspanya’da bu süreçler oldukça uzun sürmüştür. Sonuçta hem İrlanda hem İspanya devletleri masaya ancak siyasi parti temsilcileri ile oturacaklarını söylemişlerdir. Bu aşamada ikinci amaç bir çeşit ateşkese varılmasıdır. Ancak ateşkes sağlanıncaya kadar özellikle devletlerin masaya oturacak tarafı güçsüz düşürmek için suikastlara ve saldırılara devam ettiği de görülür. Örneğin yine Kolombiya’da FARC’ın üç lideri bu aşamada öldürülmüştür.
Türkiye örneğine gelindiğinde, bilindiği gibi Türkiye devleti Oslo’da MİT aracılığı ile PKK temsilcileriyle görüşmüş ancak o süreç hala tam olarak bilmediğimiz sebeplerle bitmiş ve yeni süreç Abdullah Öcalan’la başlatılmıştır. Ancak devlet Öcalan’ı tecritte tutarak, adaya gelip giden vekillere müdahale ederek ve hem Kandil ile İmralı, hem de İmralı ile dışarısı iletişimini sınırlayarak Öcalan’ın sürece eşit katılımını imkansızlaştırmakta ve süreci kendi kontrolü altında tutmaktadır. İşte süreci tıkayan noktalardan biri budur. KCK açıklamasından anladığımız, hükümetten beklentilerin başında, Öcalan-Kandil-BDP ve dışarıdaki diğer toplumsal ve siyasi aktörler (ki Öcalan gazeteciler ve danışabileceği başka bazı kişilerle görüşmek istediğini belirtti) arasındaki iletişimin bir çerçeveye kavuşması geliyor. Oysa AKP bu konuda hiç bir adım atmayarak adeta bir yandan Öcalan’la görüşüyor, bir yandan da Öcalan’ı bir muhatap olarak güçsüzleştirmeye, değersizleştirmeye kalkışıyor. Şimdiki moda deyimiyle KCK açıklaması bu değersizleştirmeye karşı esastan olduğu kadar aynı zamanda bir haysiyet itirazı.
Barış süreçlerinde ikinci aşamada, çatışmanın çıkmasına sebep olmuş faktörlerin belirlenmesi ve çatışmanın yeniden başlamasını önleyecek yasal değişimlerin müzakeresi ve kararlaştırılması amaçlanır. Bu aşamanın şeffaf olması gereklidir. Çünkü bu aşamada sürecin siyasi aktörler dışında da tartışılması ve toplumsal mutabakatın sağlanması hedeflenir ki barış sürdürülebilir olsun. Ayrıca bu aşamada genellikle mutabakatı kolaylaştıracak, sorunları çözebilecek ve tarafların varılan mutabakata uyumunu gözlemleyecek sivil yapılar oluşturulur. Türkiye’de en önemli sorunlardan biri bu aşamanın şeffaf yürümemesi. Daha da önemlisi bu aşama ve bir sonrakinin gerçekleşmesi için gerekli mekanizmaların ve sivil gözlem heyetlerinin kurulmaması.
AKP barış süreci ile ilgili olarak iki mekanizma kurdu. Bunlar Akil İnsanlar ve Çözüm Komisyonu. Ancak Akil İnsanlar Raporu kamuya açıklanmadı; Çözüm Komisyonu’nun raporu ise henüz hazırlanmadı. Üstelik Akil İnsanlar Komisyonu’nun raporunun gündeme gelişinden anladığımız kadarıyla bu rapora bir çeşit kırmızı çizgi belirleme rolü atfedildi. Yani AKP, “Türk” vatandaşlarının nelere itirazı olacağını saptayarak, demokratik pakete nelerin konulmayacağını, nelerin ise sorunsuz kabul edileceğini belirledi. Bu zaten AKP’nin bugüne kadar yaygın olarak kullandığı ve “katılımcılık” niteliği atfettiği yöntem : “Milletin” nabzını ölçerek, çeşitli grupların içinde kendini bulabileceği, kendinin temsil edildiğini hissedebileceği paketler hazırlamak. AKP sağlık reformundan sosyal yardıma, yargı reformuna kadar çok çeşitli alanda bu tür bir yöntemle hareket etti. Ancak demokrasi paketi söz konusu olduğunda mesele bu yöntemin negatiften işletiliyor olması. Yani yöntem paketi tamamlamak için değil, eksiltmek için kullanılıyor. AKP’nin paketi tek başına hazırlamasına, CHP ve MHP sürece katılmadıkları için itiraz etseler de, nihayetinde onlar da paketin içeriğini zenginleştirmek için değil, eksiltmek için uğraşacaklar. Her durumda paket açıklandığında AKP, bir çok kesimle karşılaştırıldığında kendini daha demokrat ve ilerici olarak temize çekecek. Oysa meseleyi seçime, popülizme endeksliyor diyerek AKP’ye itiraz eden Kürt tarafı tam da meselenin, paketin içeriğinden çok, paketin karşındakini hiçe sayan, müzakereyi bir egemenlik aracına dönüştüren oluşturuluş yöntemine itiraz ediyor.
Elbette dünyada katılımcılık veya toplumsal tartışma dendiğinde bu yöntem anlaşılmıyor. AKP ise dünyada 100ü aşkın deneyimde benimsenmiş diğer yöntemleri kendi ihraç edilebilir barış modelini geliştirme sevdasıyla ret ediyor. İşte KCK’nin açıklamasında geçen ve Öcalan’ın öngördüğü ancak AKP’nin hayata geçirmediği 8 komisyonun kurulması Güney Afrika’dan, Afganistan’a, Guatemala’dan Uganda’ya dünyanın bir çok yerinde benimsenmiş bu yöntemlerden biri. İkinci bir yazıda bahsedeceğimiz gibi Öcalan’ın teklif ettiği bu komisyonlar çatışmaya sebep olan ve çatışmanın sebep olduğu çok çeşit alanda ne gibi siyasetler ve düzenlemeler geliştirilmesi gerektiğini topluma tartıştırmayı ve makul öneriler geliştirmeyi hedefliyor. Soruyu genel bir “ne olmaz” sorusundan ya da hassasiyetler, öfkeler ve sitemler alanından çıkartıyor. Toplumsal aktörlere sorunun çözümünün parçası olmak konusunda sorumluluk veriyor.
Barış süreçlerinin son aşaması yasallaşma ya da yine Türkiye’de adlandırıldığı haliyle normalleşmedir. Yani bundan böyle içinde yaşanacak olan toplumsal ve siyasal yapının karara bağlanması. Yasallaşma elbette bir kerede olmaz ve yeniden müzakereyi de içerir. Nitekim AKP’nin açıklayacağı çözüm paketinde anadil veya baraj gibi Kürt toplumu ve Türkiye’deki sol muhalif kesimlerin üzerinde anlaştığı bir dolu düzenlemenin var olmaması muhtemel. Bu ise özellikle Kürt toplumsal ve siyasi çevrelerinde büyük sorun yaratacak.
İncelemeler bu aşamanın zaten en zorlu süreç olduğunu göstermektedir. Bu sürecin başarısı üç faktöre dayalıdır. Bunlardan birincisi müzakerede varılan mutabakatın bağlayıcılığıdır. Dünyada bu bağlayıcılık genellikle uluslararası alanda kabul gören anlaşma belgeleriyle sağlanmıştır ancak şeffaflık da bağlayıcılığı sağlamak için önemli bir faktördür. İkinci faktör yapılacak şeylerin muğlak olmaması yani mümkün olduğu kadar somut tariflenmesidir. Son olarak ise sürecin, varılan mutabakatın tarafı olmayan kesimler tarafından denetlenebileceği bir mekanizmanın oluşturulması gerekmektedir. Bu denetleme genellikle ya uluslararası aktörler, ya başka ülke yönetimleri ya da toplumsal aktörler tarafından yapılmaktadır.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi AKP sürecin başarılı olmasını sağlayacak olan bu üç faktörün üçünü de gerçekleştirmiyor. KCK’nin hafta başında yayınladığı açıklama ve çekilmeyi durdurması bu anlamıyla üçüncü aşamayı zorlaştırmak değil kolaylaştırmak amacını taşıyor olarak da okunabilir. Çünkü KCK metninde özellikle komisyonların yani sivil yapıların kurulmaması ve Öcalan’ın sürece katılımının ve siyasi ve toplumsal aktörlerle iletişiminin engellenmesi ile paketin kimseyi katmaksızın ve tartışmaksızın hazırlanmasının üzerinde duruyor. KCK’nin itirazı öncelikle yöntemsel derken bunu kastediyorum. Bu üç faktör yerine gelmedikçe açıklanacak paket de sorunu çözmekten uzak olacak. Üstelik toplumsal gerilimi arttıracak. Kimileri paketi fazla kapsamlı bulacak. AKP onlar karşında kendisinin ne kadar demokrat ne kadar milliyetçilikten uzak olduğundan dem vuracak. Paketi dar bulanları ise kötü niyetle, süreci sabote etmekle, samimiyetsizlikle suçlayacak. Süreci şeffaflaştırmadığı, mutabakatı bağlayıcı ve denetlenebilir kılmadığı için AKP hep haklı ve hep haksız olacak.
Ancak sürecin yine de bozulmaması muhtemel. Türkiye’deki demokratik kesimlerin ve son 9 ayda nesnel çıkarının barışta olduğu anlaşılmış bütün halklar bu tökezlemeyi bir fırsat olarak görmelidir. Toplumsal kesimler olarak süreçte daha aktif rol almayı ve uluslararası kriterlere uygun bir sürecin gerçekleştirilmesini talep etmek gerekli. Dünyada yapılmış araştırmalar başarılı bir barış sürecinin ancak toplumsal baskı ile oluştuğunu gösteriyor. Ancak hakiki bir toplumsal katılımın sağlanmasıyla. Bir sonraki yazıda barışı sürecini içerik açısından ele alacağım.
© Tüm hakları saklıdır.