T24 - Barış Acar
Kumbaracı’dan yukarı tırmanıyorum. Bir ucu Tophane’nin içlerine diğer ucu İstiklal’in göbeğine çıkan, melez, ama eski, güzel bir yokuş Kumbaracı. Benimle birlikte çocuğun biri tırmanıyor sokağı elinde öte beri, uflaya puflaya. Onu görünce ben de zorlanıyormuş gibi yapıyorum. Şaşkın bakıyor bana.
Yitirilmiş “Form Duygusu”nu Yaşatmak
Selma Gürbüz’ün atölyesinden, sıcak bir söyleşinin atmosferinden böyle çıkıyorum. Aklımda renkler, formlar. Platon’un sözünü ettiği anlamda, hiç değilse sanatçı için, bir idealar/ tözler evreni tasarlanabilirse, Selma Gürbüz’ün evreni renkler ve formlardan oluşurdu gibi geliyor bana. Ona, sanatını tanımlayan şeyin bir tür “form duygusu” mu olduğunu sorduğumda üzerine çok düşünmemiş gibi uzun uzun susuyor. Sonra,
“Bir birim var oradan yola çıkıyorum.” deyiveriyor. Memnun bir gülümseme yayılıyor dudaklarıma. Ne güzel anlatıyor. Bir yandan “modern”in biçim duyumunu, malzeme duyarlılığını taşırken, bir yandan çağdaş sanatın yapısını çok iyi kavrıyor Selma Gürbüz. Malzeme, sınıflandırmalar, ekol ya da üsluplar onun için belirleyici değil. Bunlardan kaçmaya çalışmadığı gibi onların kendini sınırlamasına da izin vermiyor. Sanat, (Poe’nun hiç ulaşamadığı ama aynı zamanda hiç yitirmediği “haz” duyumu gibi) çekirdek bir fikir olarak onda sabit duruyor. Sanki bütün sanatını bu “yok-merkez” etrafında şekillendiriyor sanatçı.
Onun üzerine yazılmış hiçbir yazıyı okumadığımı fark ediyorum şaşkınlık içinde. Bunun sebeplerini görüşmemizden sonra tam tamına anlamış olacağım. Selma Gürbüz’ün yapıtları
güçlü bir modernist altyapıdan besleniyor; bu yüzden kendi kendilerini yeterince anlatıyorlar, ayrıca bir aracıya gereksinmeleri yok. Aslında daha iyi anlatabilirim bunu, sözcüklerin aracılığı onun resimle ya da heykelle kurduğu bağı tarif etmek için yeterli değil. Tümüyle dokunsal, görsel, duyuma seslenen bir yapısı var onun sanatının. Bundan dolayı, sergi salonlarında bile ancak karşılaşabilirsiniz onun resmiyle. Bir kedi nasıl ansızın yolunuzu keser ve gözlerinize bakarsa, öyle.
Hikâyeleri Tarafından Kuşatılmış Sanatçı
Londra’da
Rose Issa Project’te Şubat ayında başlamış Nisan’a dek sürecek bir sergisi var Selma Gürbüz’ün. Birim tekrarları, tek ton zemin üzerine boşluk-doluluk ilişkilerinin kombine edilmesiyle oluşturulmuş tablolar çoğunluğu. Ruhlarını kedilerin uykulu bakışlarına teslim etmiş kadınlar, kuşla kuş, gözle göz olmuş bedenler… “
Shadows of Myself” (Kendinin Gölgeleri) adlı bu sergi üzerine konuşurken oryantalizm meselesinden yola çıkıyoruz. Söyleşinin tamamı üzerine bir yazıyı umarım yakın zamanda hazırlayabileceğim, ancak şimdilik, bu uzun söyleşiden kısa bir alıntı yapma iznim olursa, sanatçının konumunu özetleyen şu sözlerini ele almak isterim:
“Batı nasıl Doğu’ya baktıysa, ben Batı sanatını bilerek Doğu’dan Batı’ya bakma arzusu duyuyorum. Doğulu gözüyle Velazquez’e bakıyorum. Aynı zamanda Doğu sanatına bakıyorum. Japon sanatı, Çin sanatı, Osmanlı minyatürüne, yüzyılarca sürmüş bütün bu geleneklere ve onların birbiriyle ilişkilerine bakıyorum.”
“Kendinin gölgeleri” tek bir gölge değil demek ki. Zaman ve mekân boyunca sürekli yeniden şekillenen gölgeler bunlar. Kılık değiştiren benlikler. Sanat ortamının kaotik yapısı içinde sanatçının entelektüel olarak donanımlı olması gerektiğini, ama aynı zamanda kendisine bellirgin bir
humour duygusuyla yaklaşabilmesinin de şart olduğunu söylüyor usulca. Gürbüz’ün tabloları gibi konuştuğunu fark ediyorum. Bir hikâye anlatıcısı olduğunu düşünüyorum onun. Selma Gürbüz hikâye anlatıyor ya da, takip ettiği geleneklere bakarak şöyle de söyleyebilirim, bir yerlerde birilerinin anlattığı hikâyeler var ve o bunun değerini biliyor. Hikâyelerin ya da hikâye edişin yapısı değişse de “anlatılıyor”un insanı tanımlayan bir yönü var. Gürbüz, bu geleneğin izini sürüyor.
Günümüzde sanat bir hikâye anlatımı mı? Modernizm’in bütün temsil kırma girişimlerine karşın hâlâ öyle bana kalırsa. Kandinski, bunu renklere ve biçimlere yüklediği anlamları ele aldığı “Sanatta Tinsellik Üzerine” kitabıyla ele vermişti. Greenberg’in desteklediği Soyut Dışavurumculuk’un “resmin yalnızca resim olması” ideali Lucien Freud’un pentürleri tarafından parçalandı. Hele ki çağdaş sanatın tümüyle bir hikâye anlatma girişimi olduğunu söyleyecek kadar ileri götürebilirim bu savımı. Bir ara “
Van Gogh Kulağını Neden Kesti?” başlığıyla sanatçının konumuna ilişkin bir yazı yazmıştım (http://www.fotografya.gen.tr/cnd/index.php?id=442,0,0,1,0,0). Bir sanatçı için en önemli organın “kulak” olduğunu düşünüyorum hâlâ. Dışarı değil içeri doğru işleyen yapısı yüzünden sanatçının gözü değil, kulağı asıl üzerine eğilmemiz gereken. Ötekini kendine katabilmeyi böylece başarıyor çünkü.
Selma Gürbüz’ün resimleri içinde bir takım hikâyeler dolanıyor. Kulak kesilmiş etrafında dönen dünyayı dinleyen bir sanatçı olarak bu hikâyelerden kaçması olası değil. Şu ya da bu öykünün tasviri olmasalar da, belki hikâye anlatmanın kendisini anlatıyor sanatçı bize. Elbette, kulak kabartmasını bilene.
Zihnimin perdesinde gölgelerini taşıdığım Selma Gürbüz figürleriyle soluk soluğa tırmandığım yokuşun sonunda İstiklal’in kalabalığı karşılıyor beni. Yanlış gelmişim duygusuyla gerisin geri yokuştan aşağı iniyorum. Çocuk, gülümseyerek İstiklal’in curcunasında kayboluyor.