Gündem

Atatürk'e hakaret konusu ve asıl kabahat

İrvin Cemil Schick: Bana kalırsa Armağan ve şürekâsının asıl suçu, hakaretlerinin hedefinde değil, niteliğindedir

12 Mayıs 2017 13:22

İrvin Cemil Schick

Türkiye’nin siyasi gündemi maşallah hiçbir zaman sıkıcılaşmıyor. FETÖ, OHAL, KHK, YPG ve daha birçok harfin bir araya geldiği gündelik krizlere son hafta bir yenisi eklendi. Atatürk’e hakaret, ve onun doğurduğu muhtelif tepkiler yahut tepkisizlikler. Mustafa Armağan, Süleyman Yeşilyurt ve Hasan Akar’ın başrolü paylaştığı bu olayın nasıl başladığını herhalde hatırlatmağa gerek yoktur. Gelen başat tepkilerin ise iki grupta toplandığı görülüyor. Birincisi, Atatürk gibi bir millî değere yapılan saldırının kınanması ve hukuksal işlem talebi. İkincisi, Zübeyde Hanım ile Afet İnan’ın aslında ne kadar iyi insanlar olup bu çirkin iftiraları hak etmediklerinin ifadesi. Bu iki tepkinin de asıl sorunları ıska geçtiği kanaatindeyim ve şahsen asıl sorunlar addettiğim konuları burada tartışmaya açacağım.

İlk konu, kültürümüzdeki “ana avrat” sövme pratiği. Bir erkeğe hakaret edileceği zaman, bu neden hayatındaki kadınlar üzerinden yapılıyor? Bunun böyle olması, toplumdaki 'kadın' algısı hakkında bize ne öğretiyor? Kısacası, maksat eğer Atatürk’ü kötülemek ise, bunu Zübeyde ve Afet Hanımlar yoluyla yapmak nasıl bir zihniyet, nasıl bir ahlâk fukaralığı gerektiriyor?

İkinci konu, kültürümüzdeki “i*** hakem” yahut “o*** karı” türünden sövgüler. Birine hakaret edileceği zaman, bu neden o kişinin gerçek veyahut muhayyel cinselliği üzerinden yapılıyor? Bunun böyle olması, toplumumuzun cinsel saplantıları hakkında bize ne öğretiyor? Kısacası, maksat eğer Atatürk’ü kötülemek ise, bunu yatak odasında yaptıkları veyahut yapmadıkları yoluyla gerçekleştirmek nasıl bir ruh hastalığı gerektiriyor?

İrvin Cemil SchickÜçüncü konu, iyice kutuplaşmış olan şu canım memlekette siyasî yelpazenin neresinde durursa dursun, herkesin Atatürk ile bir alıp veremediği olması. Yani Atatürk’ü putlaştırmak yahut şeytanlaştırmak olmadan bu memleketin siyasî maslahatını tartışmanın mümkün olmaması, siyasî kültürümüz hakkında bize ne öğretiyor? Kısacası, “Abdülhamid mi, Atatürk mü?” düzeyinin üzerine bir türlü çıkamamaları için “derin” tarihçilerimizde nasıl bir sığlık olması gerekiyor?

Dördüncü konu, Türkiye’de “tabu”ların zaman zaman biçim değiştirmekle birlikte bir türlü yok olmaması. Türkçe’de en sık telaffuz edilen kelimelerden birinin “yasak!” olması, iktidardakilerin ağzından günaşırı “izin vermeyeceğiz” sözünün dökülmesi ve bunun toplumda herhangi bir tepkiye yol açmaması, halkın öncelik sıralamasında özgürlüğün yeri hakkında bize ne öğretiyor? Kısacası, habire çocuk muamelesi görmeye itiraz etmemesi için bir toplumda eleştirel düşüncenin ne kadar bastırılmış olması gerekir?

Birkaç yıl önce başıboş bir ineğin bir Atatürk büstünü devirmesi ve bunun trajikomik sonuçları hakkında çok yazılıp çizilmişti. Kısaca “Atatürk'ü Koruma Kanunu” diye bilinen 31 Temmuz 1951 tarihli ve 5816 sayılı “Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun” aslında tam da Demokrat Parti’nin seçim zaferinden sonra memleket çapında Atatürk büstlerine yapılan saldırılar üzerine geçirilmişti. O dönemin, yani tek partiden çok partiye geçiş sürecinin şartları düşünüldüğünde, köklü bir demokrasi geleneğinin var olmadığı bir ortamda böyle bir kanun belki —belki!— anlamlıydı. Ama ya bugün? Nasıl bir özgüven eksikliğidir ki bir devlet, kurucusunun namını korumak için özel bir kanuna ihtiyaç duyar?

Yanlış anlaşılmasın. Armağan ve şürekâsına hiçbir muhabbetim olmadığı gibi, Atatürk’ün yalnız bir kişi ve lider değil, önemli de bir simge olduğunu elbette takdir edebiliyorum. Üstelik başkalarının maneviatına —ister dinî olsun, ister seküler— saygısızlık etmenin medenî bir davranış olmadığına inanıyorum ve bunu evvelce başka fırsatlarla belirttim. Ama gayr-i medenî olmak suç değildir ve olmamalıdır. Zaten uygar olmanın kanunen mecburî tutulduğu bir topluma uygar denilebileceği pek şüphelidir.

Amerika Birleşik Devletleri’nde yıllardır tartışılan bir konu vardır: Amerikan bayrağını yakmak suç olmalı mıdır, olmamalı mı? Özellikle Vietnam yıllarının protesto gösterilerinde sıklıkla görülen bu eylemi yasaklamak için sağ çevreler yıllarca mücadele etti ama Yüksek Mahkeme (Supreme Court) tutarlı bir şekilde bayrak yakmanın ifade özgürlüğü kapsamına girdiğine ve dolayısıyla suç olamayacağına hükmetti. Bir barış bildirisi imzalamanın ifade özgürlüğüne girmediğini Başbakan’ın ağzından duyduğumuz Türkiye’de, “atalarımızın kanıyla sulanmış” olan bayrağın tahrip edilmesi fikrinin nasıl infial yaratacağını düşünmek zor değildir.

Ama gerçek özgürlük, herkesin inandığı şeyi ifade edebilmek özgürlüğü değildir elbette. Ancak hâkim çoğunluğun inancının aksinin ifade edilebildiği bir topluma özgür denilebilir. Bu durumda bayrak olsun, Atatürk olsun, hiçbir tabu olmaması gerekir.

Peki, bunu bir kenara koyalım. Bayram değil, seyran değil, Armağan ve şürekâsı bu Atatürk aleyhtarlığı çıkartmasını neden yapmak ihtiyacı duymuş acaba? Bunun nedeni, tahmin edileceği üzre, tam da Atatürk’ün bir simge olmasında yatıyor. Cumhurbaşkanı’nın “Mustafa Kemal” deyip “Atatürk” demeye dili varmadığı bir ortamda, akıl ve bilgi kullanarak mevcut düzeni eleştirmektense, Cumhuriyet’in kurucusuna çamur atmak daha kolaydır tabii. Hele seksen yıl önce ölmüş ve dolayısıyla kendini savunmaktan âciz ise!

Söz konusu eleştirinin “tarihçilik” adına yapılması çok üzücü bir durum şüphesiz. Geçmiş olayların dedikodusunu yapmaya tarihçilik denemeyeceğini, herhangi bir somut veriye dayanmadan öne sürülen iddiaların herkesten çok kendilerine zarar vereceğini bilmeyen bu acınası insanların tarihçilikle alâkası olmadığı âşikâr.

Gelelim eleştirinin niteliğine. Atatürk’ün eleştirilecek sayısız yanı varken, annesini, manevî kızını konu edinmek nasıl bir zavallılık? Gezi direnişi esnasında duvarlara dönemin başbakanına benzer sövgüler yazıldığını hatırlıyorum. Bazıları dolaşıp bu duvar yazılarını siliyordu. Başbakana muhabbetlerinden mi? Hayır. Erkekler arasındaki tartışmalara kadınların âlet olmasına, sözel şiddetin cinsiyetlendirilmesine ve cinselleştirilmesineydi itirazları.

Bana kalırsa Armağan ve şürekâsının asıl suçu, hakaretlerinin hedefinde değil, niteliğindedir. Atatürk düşmanlığı değil, kadın düşmanlığını yeniden üreten mağara adamı söylemleridir asıl kabahatleri. “Atatürkü Koruma Kanunu”muz var ama, malesef “Kadın Düşmanlığının Kökünü Kazıma Kanunu”muz yok şimdilik. Keşki olsa.