Yasemin Çongar
(Taraf - 20 Ekim 2012)
Arada kalmanın basit hikâyeleri
Gözlerimin önünde, diliyle kimliğiyle karman çorman bir çocuk yetişiyor işte ve koca koca adamların “tek” olma, “bir” olma sevdası nasıl kesif bir evham veriyorsa bana, bir çocuğun hercai hallerine bakarak aidiyet duygusunun çoğul, gevşek ve nihayetinde zayıf olma ihtimalini hatırlamak da öyle huzurlu bir nefes aldırıyor.
İçine doğduğu arafın adını niye koyar ki insan? Niye ilk iş, tarafını seçer? Âlemin ona reva gördüğü tarife niye ve nasıl sığar?
Biliyorum; bir kimlik, bir dil uğruna; anasından süt emerken işittiği o ilk kelimelerin, hançeresini doğar doğmaz şekillendirmeye başlamış o derin sesli harflerin hürriyeti uğruna, bugün hâlâ kanayan —ve hâlâ kanatan— insanların memleketinde, kimliğin ve hattâ dilin duyguyu hapseden duvarlarından dem vurup, o duvarların ötesini düşlemenin “vakitsiz” bir yanı var.
Hikâyeler de vakitsizdir ama; şiir vakitsizdir.
Sevdiğim bir yazarın yeni hikâyeleri, sevdiğim bir başka yazarın eski şiirlerine döndürdü beni. Sahipsizliğin kader kadar karar da olabileceğini, aradakalmışlığın bir değil birkaç ömür sürebildiğini hatırlayarak okudum.
İkidilli yazarların yazı dili
1954 Chicago doğumlu Sandra Cisneros, “Chicano” edebiyatının en kudretli yazarlarından biri. ABD’de yaşayan Meksika kökenli yazarların İngilizce, İspanyolca ya da ikisini birlikte yoğuran o çok tuhaf, aynı zamanda çok sahici “Spanglish” dilinde ürettikleri edebiyatın, sadece “eril” adı“Chicano” ile değil, “Chicana” olan “dişil” adıyla da anılmaya başlaması Cisneros’un etkisiyle oldu. Büyükbabası, Meksika Devrimi’nin neferlerinden olan yazar, 1984’te yayımlanan The House on Mango Street (Mango Sokağı’ndaki Ev) kitabıyla büyük gürültü kopardı ve kitap Amerika’daki liselerde taze taze okutuldu. Benim, romana da, hikâye kitabına da, uzun bir şiire de benzeyen, hepsi ve hiçbiri olan, bu kitapla tanışmam da aynı yıl ve “ders” icabı olmuştu. Ama Cisneros’un, Chicago’da bir“Latina” olarak büyüyen Esperanza’nın çocukluktan kadınlığa uzanan iki dilli, iki ruhlu serüvenini bir iç konuşmanın kırık cümleleriyle kurulmuş lirik hikâyecikler halinde anlatmasından öyle canlı vinyetler ve öyle güçlü bir “ev” duygusu kalmış ki hafızamda, kitabın nihayet bu yıl Türkçede (Selin Yurdakul’un çevirisi, Olimpos) yayımlandığını bu yazı vesilesiyle fark edince, liseli —ya da ruhen liseli— okurlara tavsiye etmek istedim doğrusu.
Cisneros’un “ikidilli” anlatımını hatırlatan bir karmaşayla yazıyor Junot Díaz; birbirine bağlı hikâyelerden oluşan This is How You Lose Her’ün (Onu İşte Böyle Kaybedersin) Cisneros’la ilişkisi ise sadece bu dil benzerliği ve iki yazarın da Amerikan edebiyatının giderek daha güçlü bir bileşenine dönüşen “Latino” ruhunu paylaşması değil. Díaz, öyle meseleyi arka planda tutmak, bir gösterip bir kaybettirmek, başka konuların içinden süzüp damıtmak gibi oyunlara hiç girişmeksizin, gözlerini ejderhanın gözlerine dikerek, “aşk ve aldatmak” üzerine yazmış bu kitabı; hayatlarımızın alevini, korunu, külünü tam da hikâyelerin başkarakteri Yunior’dan beklenebilecek lakayıt bir tonla, ama o tonun gizleyemediği ve, son tahlilde, kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi ilgilendiren yaralara da dokunarak anlatmış.
Kitabın, Cisneros’un Amerika’da çok meşhur olan “One Last Poem for Richard” (Richard için son bir şiir) şiirinden dizelerle açılmasını ise, Díaz’ın “Latin kökenli Amerikalı” yazarların bir önceki kuşağına yaptığı reverans kadar, iki yazar arasındaki sessiz sözleşmenin işareti de saydım ben. Cisneros ile Diaz, hem “ateşi” anlatmaktan bıkmamak hem de en sıcak konunun bile sükûnet ve mizahla anlatılabileceğini göstermek hususunda suç ortaklığı yapmışlar sanki.
Cisneros, defalarca tekrarlananın aksine bu kez birbirlerine ayakkabı fırlatmadan, kapıları öfkeyle çarpmadan, “kıyafetlerimizi katladık ve ayrı yollarımıza gittik” diye başlayan ve hakikaten “son” olduğunu biraz da bu sükûnetiyle hissettiren ayrılığın ardından “eski sevgilisi” Richard’a şöyle sesleniyor o son şiirde ve Díaz, tam da bu sözlerle başlamasını istiyor kendi hikâyelerinin:
Tamam, tıkır tıkır işlemiyorduk biz ve bütün / hatıralarımız da iyi değil doğrusu. / Ama bazı iyi zamanlarımız oldu. / Aşk iyiydi. Yanımda kıvrılıp uyumanı / çok severdim ve hiç ürkek değildi düşlerim. / Bizimki gibi muazzam savaşların bir nişanı olmalı.
Barriodan çıkıp gettoya varmak…
Barrio, İspanyolca mahalle, kullanım itibariyle de daha ziyade, dış mahalle, yoksul mahalle demek. Junot Díaz’ın 31 Aralık 1968’de dünyaya gözlerini açtığı, Dominik Cumhuriyeti’nin başkenti Santo Domingo’nun Villa Juana bölgesi bu anlamda tam bir barrio. Altı yaşında, ailesiyle birlikte ABD’ye göç ediyor ve New Jersey eyaletinde, Karayib kökenlilerin yoğun olduğu, Díaz’ın sonradan “çok siyah, çok Puerto Rikolu ve çok yoksul” diye tarif edeceği bir yerde yaşamaya başlıyor.
Birkaç yıl önce Independent gazetesinin kendisiyle yaptığı söyleşide, “barrio” ile “getto” arasında şekillenen kimliğini anlatırken, Díaz’a kelimelerin yetmemesi şaşırtıcı değil: “Afrika diasporasından, göçmen, Karayibli, Dominikli, Jersey delikanlısı—bunlar benim yapıtaşlarım. Tek bir noktadan ziyade birbirine geçmiş halkalar…” Aynı söyleşinin başka bir yerinde, “Göç etmek”demiş, “insanın evinin içindeki her şeyle birlikte yanmasına ve yaşananlardan geriye sadece bir fısıltının kalmasına benziyor…”
Bu metafora, Díaz’ın babasının, ülkeyi otuz yıldan fazla yöneten “El Jefe” (Şef) lakaplı Dominik diktatörü Rafael Trujillo’nun emrindeki askerî polislerden biri olduğu, ABD’ye yerleştikten sonra ise“üç karılı” bir hayat sürüp, üç ayrı aileyi geçindirdiği bilgisini ekleyin. “Yoksul olmadığımız hiçbir dönem olmadı” diye anlatıyor Díaz; on iki yaşına geldiğinde babası onları hepten terk edince, bu yoksulluk büsbütün derinleşmiş.
Böyle bir maziyi, halen Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde (MIT) yaratıcı yazı hocalığı ve Boston Review dergisinin edebiyat editörlüğünü yapan, 2008’de The Brief Wondrous Life of Oscar Wao(Oscar Wao’nun Tuhaf Kısa Yaşamı; Püren Özgören’in çevirisi, Everest) ile kırk yaşında Pulitzer’i kazanarak Amerikan “yazı elitinin” parçası haline gelen Díaz’ın bugünüyle birlikte düşününce, hikâyelerine hâkim olan sızılı mizahı kavramak da kolaylaşıyor bence. “Siyah kızlar daha iyidir, sana iyi bakarlar” Oscar Wao’nun Tuhaf Kısa Yaşamı’nı okuyanlar, romanın anlatıcısı Yunior’ı hatırlayacaklardır. This is How Lose Her, Yunior’ın hayatını; çocukken ailesiyle birlikte ABD’ye göç etmesini, babasının sürekli olarak aldattığı annesiyle ilişkisini, kanserden ölmek üzereyken bile kendisinden daha önemli sayamadığı yakışıklı ve hasta ağabeyi Rafa’yla arasındaki tuhaf rekabeti, ve tabii, hepsi de aldatmayla, kalp kırıklığıyla, kıskançlık ve öfkeyle sonlanan aşklarını anlatıyor.
Kitabın en sakin ve görünüşte adı gibi “serin” de olsa bana en sıcak gelen hikâyesi “Invierno” (Kış), Yunior, Rafa ve annelerinin Santo Domingo’dan New Jersey’ye geldikten sonra, bütün gün“fabrikadaki” babalarının emriyle evin dışına hiç çıkamamalarının hikâyesi. İki oğlanın televizyon karşısında geçirdikleri sonsuz gibi görünen saatlerin; annesinin (Mami) “her şeyi en az on kez temizlemesinin”; Dominik’i onlardan çok önce terk ettiği için pek az hatırladığı babasının (Papi), Yunior’u hayalkırıklığına uğratan “ortalama boyunun, sıradan yüzünün”; Papi’nin beceriksiz Yunior’a “çok gerizekâlı tanıdım, hepsi de anasını s..tiğim ayakkabılarını bağlayabiliyor”diye bağırmasının; afro saçından kurtulması için kafası üç numaraya vurdurulunca “kocaman bir başparmağa” benzeyen Yunior’un beyaz çocuklarla bir türlü arkadaş olamamasının; bir keresinde“siyah kızlar daha iyidir, sana herkesten daha iyi bakarlar” diyen Papi’nin annesinden başka kadınlarla seviştiğinin sessiz bilgisinin ekşi bir koku gibi evin duvarlarına sinmesinin; ve sonunda, ağlayan bir Mami ile iki oğlunun, bir kar fırtınasında, yasağa rağmen hep birlikte dışarı çıkarak, hiç bilmedikleri bembeyaz bir örtünün içinde ilk kez neşelenmelerinin ve o sırada Yunior’un kazınmış kafasına takılan kar kristallerinin hikâyesi…
Bu çok basit olaylar – hatta olaysızlıklar— dizisini, olabilecek en yalın dille yazıp, yalnızlık ve yabancılaşma, aşk ve aldatma üzerine gayet dokunaklı bir hikâyeye dönüştürebiliyor Díaz. Ve siz, kitabın sonlarında yer alan “Invierno”daki karıkoca, baba-oğul ve ağabey-kardeş dinamiğine tanıklık ettiğiniz andan itibaren, önceki ve sonraki hikâyelerde Yunior’un kadınlarla niye öyle seviştiğini, onları niye aldattığını, niye kimseye bağlanamadığını ve niye kimseden vazgeçemediğini daha iyi anlıyorsunuz. Öyle ki “Miss Lora”da, içindeki iflah olmaz şehveti kavramaya başlayan yeni yetme bir Yunior’un, babasının aldattığı kadınları hatırlayıp, kendi kendine “Bu genin sana geçmemiş, bir kuşak atlamış olduğunu sanıyordun ama kendini kandırmışsın” diye söylenmesine hiç gerek kalmıyor aslında.
“The Sun, The Moon and The Stars” (Güneş, Ay ve Yıldızlar) adlı hikâyede, âşık olduğu Magdalena’yı, ondan daha iyi seviştiğini işittiği Cassandra’yla aldatan Yunior, bir gün yatakta Cassandra’nın sıcak vücudu vücuduna sarılmış halde ve her şey mükemmel görünürken, Magdalena’ya telefon edip, “Seni özledim” dediğinde pek şaşırmıyorsunuz. İflah olmayan sadece Yunior’un içindeki “şehvetin” bencil tezahürleri değil çünkü. Biliyorsunuz ki, kader olduğu kadar karar da olan bir yalnızlığı yaşamaya mahkûm o. Yoksa, aldatıldığını, bir kadından gelen ve “herşeyi, geçmişi, şimdiyi ve geleceği infilak ettiren” bir mektuptan öğrenen Magdalena’ya tam da o anda söyleyeceği üzere, Yunior da “herkes gibi” bir adam aslında, “zayıf, hatalarla dolu ve özünde iyi.”