Kültür-Sanat

Ara Güler: 'Allah'ın belası bir memleket'e doğup vatanına gömülen bir 'Beyoğlu piçi'

"Eski İstanbul'u çekmiş olmak İstanbul'un yok olmasının önüne geçti"

20 Ekim 2018 17:43

Ara Güler (1928-2018): Burası acayip bir memlekettir. Puştlar vardır, takar. Yoksa buranın en yerlisi benim...

80’ini devirmiş dev, İstanbul’da bir ilkokulun konferans salonunda, sahnede. Seyirci koltuğundaki öğrencilerin üzerine hemen hiç ışık vurmuyor; sahne ise apaydınlık. Deve sorular soran iki öğretmenin de gerginliği, seslerinin titremesinden belli oluyor. 80’lik dev, koltuğa hafif yayılmış, yarım göz -ve yarım ağız- cevaplıyor soruları; huzursuz, hatta biraz huysuz.

Öğrencilerin sorularına geçildiğinde ön sıralardan bir el kalkıyor, kısacık bir kolun ucundan işaret parmağı tavanı gösteriyor. Dev, küçüğe veriyor sözü. Mikrofon oraya gidene kadarsa gülmeye başlıyor ve ‘’Sana verdik mikrofonu da ne soracaksın ki bana’’ diyor. Oysa birinci sınıftaki o öğrencinin öğretmeni, soruyu hazırlamış, çocuğu çalıştırmış; belli! Seyircisinin küçüklüğü, koca bir tebessüme dönüşüyor, ‘’Evet, evet; domates severim!’’ diyor huysuz adam, soruya sıra gelmeden kahkahalara boğuluyor bütün konferans salonu.

Arka sıralarda oturan, ilkokulun son günlerini yaşayan yeni-ergenler bile o noktadan sonra ‘yaklaşan lise sınavını’ düşünmeyi bırakıyor; sorular o sıralardan gelmeye başlıyor. Siyasete, fotoğrafa, edebiyata dair sorular… Cevaplar her zaman hazır; çoğunlukla komik ve dobra. ‘Gazeteciler’ sorulduğunda mesela, ‘’Biliriz onların da ne b.k olduklarını’’ deyip gülüyor; konu İstanbul’a gelince yıllar öncesine dönüveriyor bir anda. Salvador Dali’nin otel odasını da anlatıyor, İsmet İnönü’yü de Nâzım’ı da… Dünyayı gezmiş, kimsenin göremediği insanları tanımış, kendini ‘dünya vatandaşı’ olarak tanımlamıştı. ‘’Dünyanın foto muhabiriyim’’ diyordu. O dev, Ara Güler, ölümsüz kıldığı bu dünyayı bıraktı şimdi…

‘Allah’ın belası bir memleket’

İstanbul’un göbeğine, hayatını geçireceği Beyoğlu’nda doğdu Ara Güler. Bir yaz günüydü, 16 Ağustos 1928, Perşembe... ‘’Anamın sancıları tutmuş ve altıyı çeyrek geçe de ben doğmuşum’’ diye anlatıyordu İzzet Çapa’ya. ‘’O günden bugüne yaşıyoruz işte…’’

Zengin bir Ermeni ailenin oğluydu. Dedesi, Karaköy’ün ünlü simalarındandı. Onlarca dükkânı, malı, mülkü vardı. Yanında binden fazla insan çalışıyordu. Babası ise daha küçük bir hayat yaşamayı seçmiş, eczacı olmuştu.

Baba tarafının ailesinden başka kimse kalmamıştı 1915’in ardından. ‘’Allah’ın belası bir memleketti’’ diyordu Ara Güler, ‘’ne olacağı da hiçbir zaman belli değildi!’’

Çocukluğu, ‘Galatasaray ile Tünel arasında’ geçti. ‘Beyoğlu çocuğu’ydu. Önce edebiyata, sonra tiyatro ve sinemaya; önce kelimelere, sonra görüntüye Galatasaray ile Tünel arasında âşık oldu. Sinema salonlarından çıkmıyor, Muhsin Ertuğrul’un sahnesinde öğrencilik yapıyordu. İzleyici olarak başladığı ‘sinema kariyeri’ de, o salonlarda çalışarak devam etti; fotoğraf çekmeye de çocukken başladı.

"2 milyon fotoğraf, 88 yıllık ömür..."

‘Sonradan fotoğrafçı’ olmadığını, ilk makinesinin ne zaman alındığını bile hatırlamadığını söylüyordu. 88 yaşındayken verdiği bir söyleşide, ‘iki milyon civarı fotoğrafım var’ diyordu: ‘’2 milyon fotoğraf, 88 yıllık ömür...’’

Hayatının mesleği ne sinemacılık oldu ne de hikâyecilik… O, kendini ‘sanatçı’ diye tanıtmaya kalkanları hep düzeltti; foto-muhabir olduğunun altını çizdi.Nezih Tavlaş’ın yazdığı hayat hikâyesi de bu yüzden ‘Foto Muhabiri’ ismini almıştı.

İşi, gerçekle uğraşmak, gerçeği ölümsüz kılmaktı. Gazeteciydi. 1950 yılında yapmaya başladığı bu meslek ona, her kapıyı açtı, tarihe tanıklık etmesini ve tarihi kayıt altına almasını sağladı. ‘Fotoğraf’ı, ‘’göz, makine ve gerçek’’ diye tanımlıyordu. Ama sahnede, hikâye yazıcılığında ve sinema perdesinde yoğrulmaya başlayan ‘göz’ünün de hep altını çizdi:

‘’Benim fotoğraflarımda, anlayanlar için tiyatro hâlâ vardır. Film gibidir fotoğraflarım. Arka plan, ön plan, kompozisyon görürsün. Mana görürsün. Ben hikâyeciliği fotoğraflarda sürdürüyorum.’’

"Eski İstanbul’u çekmiş olmak
İstanbul’un yok olmasının önüne geçti"

Gazeteciliğe sıkı sarıldı Ara Güler. Dünyanın dört bir yanından ‘bildirmeye’, yabancı yayınlara fotoğraflarını göndermeye başladığı günlerin gelişi, çok uzun sürmedi. Binlerce insan tanıdı, o insanları bize gösterdi.

Yalnızca Winston Churchill ya da İsmet İnönü gibi siyasilerin fotoğraflarını çekmedi; onsuz bir ‘Türk edebiyat tarihi’, nasıl ‘gözükürdü’ mesela? Yaşar Kemal’den Orhan Pamuk’a, Aziz Nesin’den Nazım Hikmet’e, Buket Uzuner’e, Sait Faik’e… Kitapların arka kapaklarından okuruna bakan o yüzlerin hemen hepsi, Güler’in kamerasından çıktı.

Pablo Picasso’nun da karşısına geçip deklanşöre bastı, İstanbul’da kamburu çıkık bir sütçünün de günün ilk saatlerinde o sokaktan yürüyüp geçmesini bekledi. Onsuz bir eski-İstanbul da ne kadar düşünülebilirdi bugün? Oysa o, inatla ‘ben sadece İstanbul fotoğrafçısı değilim’ diyordu. Ama kabul ediyordu da, mütevazı olmaya gerek duymadan: 

‘’Eski İstanbul fotoğrafları da önemlidir. Ben çekmeseydim olmayacaktı. Başka kimse de yok. Eski İstanbul’u çekmiş olmak İstanbul’un yok olmasının önüne geçti. Kendisi yok ama fotoğrafı var.’

"İnsanlar çok renksiz, renksizleştiler iyice"

’ Onun şansı ‘o eski günlerde yaşamış olmak’ idi:

‘’Artık herkes aynı. İnsanlar çok renksiz, renksizleştiler iyice.  Eskiden mahalle diye bir şey vardı, meydanda manav vardı, nalbant vardı, ayakkabılarımızı tamir eden insanlar vardı. İnsanlar muhabbet ederlerdi sokaklara oturup… İnsanların bir arada bulunma zamanları azaldı. Şimdi sokaklarda otomobil parkından başka bir şey yok. Artık doğal hayat kayboldu. Her taraf maden duvar. Herkes maden kutuların içinde. Hava yok. Sinirler alışıyor. Çocuklar ona göre doğuyor.’’

Arşivinde biriken tonlarca fotoğrafın akıbeti sorulduğundaysa Güler, ‘ölmeden bir gün önce hepsini yakmak gerektiğini’ söylüyor ve ekliyordu: ‘’Aksi takdirde bunları kiloyla satarlar’’

‘Sen Hitchcock isen ben de Ara Güler’im’

Herkes dostluk kurmak istiyordu Ara Güler’le. İsmet İnönü’nün kendisinde ‘çıplak çok fotoğrafı’ olduğunu dillendiriyordu örneğin gülerek, bir başka söyleşide. Denize girdikleri bir günden kalmaydı o fotoğraflar.

En çok anılarıyla yaşadı belki de; dünya standartlarında gazetecilik yapmanın belleği doldurduğu anılarla. Örneğin bir çekimde yönetmen Alfred Hitchcock ile ‘yüzleşmek’ zorunda kaldığını anlatıyordu. Hitchcock ‘rejisör falan olduğu için’ epeyi zorlanmışlar. Yönetmen, Güler’in kullandığı açılara, ışığa, fotoğraflarına itiraz edip durmuş. Sabah 11’de başlayan çekim, akşamüzeri 5’te ancak bitebilmiş: 

’Bana kızdı başlarda, sevmedi; ama sonra alıştık birbirimize. Şakalaşmaya başladık. Baktı ki, ben ondan daha matrak biriyim,  rahat rahat çalıştık sonra. Ben de içimden: ‘Yahu ben, Picasso’larla falan çalışıyorum. Sen de kim oluyorsun? Sen Hitchcock isen ben de Ara Güler’im” diyorum.’’

"Düşünün bir, Salvador Dali ve ben, burun buruna"

Ya da Salvador Dali’nin ‘pahalıya patlamasına ramak kalan’ portresi… Yaşadığı yüzyılın en büyük ressamlarından biri olan Dali’yi Life dergisi için çekmeye, Paris’e gider Ara Güler. Kentin en pahalı otellerinden birinde, kocaman bir süitte kalmaktadır ressam: ‘’101 numaralı oda. Kapıyı çalıp girdim içeri. Ayakta duruyordu Dali ve öfkeli bir halde bakıyordu. Derken birden bana doğru koşturdu ve tam anlamıyla burun buruna geldik. Düşünün bir, Salvador Dali ve ben, burun buruna.’’

10 dakika poz vermek için 25 bin dolar istediğini söyleyince Dali, ‘gidip çekeyim, üzerimde o kadar para yok’ cevabını alır Güler’den. Pazarlık etmişler, Dali çekilmeye razı gelmiş sonunda. Ancak Güler kamerasını çıkarır, ekipmanını kurarken ressam, o kocaman odasının bir köşesinden diğerine koşup durmaya başlamış. Bir ay boyunca devam etmiş aynı şeyi yapmaya; fotoğrafların çekilemeyeceğini anlayan Güler, ressama rest çekmeye karar verir ve ‘’Ya dosdoğru çekeriz fotoğrafları ya da ben giderim’’ der.

Dali, bunun üzerine beyaz bayrak çekmiş. Ama hikâye bitmemiş: "Ertesi gün gittim ama bu kez de odada üç Fransız gazeteci vardı. 'Bunlar burada ne arıyor?'diye sordum Dali'ye. 'Bunların gözü önünde çalışamam ben. Seçiminizi yapın, ya onlar, ya ben' dedim. Dali, 'Tamam onları göndereyim’ dedi. Çok kızmıştım, suratımı asıp bir köşeye çekildim. Dali, gazetecilerin önüne geçti ve onlara, 'katranın kimyasal formülünü bilir misiniz' diye sordu. Bilmedikleri açıktı. Dali yüksek sesle upuzun bir formül açıkladı. Gazeteciler başlarını sallıyordu. 'Bakın' dedi ve 'ben bastonumu bir kazan katranın içine soksam o baston 25 bin dolar eder' diye sürdürdü. Sonra gazetecilerden birine parmakla işaret ederek 'sen katran kazanını dürtükleyecek olsan herkes sana aptal der. Anladın mı' dedi. Gazeteciler yine başlarını salladılar. Dali de, ‘İyi o zaman, gidip yazın ne anladıysanız’ diye tamamladı sözlerini."

Sonrası? Sonrası, Dali’nin bugüne kalan -Ara Güler imzalı- portresi…

‘Ondan yaşamayı öğrendim’

Usta fotoğrafçının hayatını fotoğraflarla anlatan ‘foto-biyografi’ kitabını hazırlayan, Güler’in yıllarca yardımcılığını yapan Fatih Aslan, "Abartmayayım ama ondan yaşamayı, ışığa bakmayı öğrendim, nefes almayı öğrendim. Üniversite okumadım ama okusaydım bile bu kadar çok şey öğrenemezdim. Bana büyük dostluk gösterdi’’ diyordu: ‘’Ona minnettarım."

"Cumhurbaşkanı değil mi? Çekmeyecek miyiz?"

Hayatının son yıllarında, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın fotoğrafını çektiği, Erdoğan yönetimini destekler nitelikte sözler sarf ettiği için çok eleştirildi Ara Güler. Habertürk’ten Kübra Par’a, bu eleştiriler sonrasında konuştuğundaysa ‘’Sizce neden kızıyorlar?’’ sorusunu şöyle cevapladı:

‘’Ne bileyim ulan! Bir sebebi yok. Ne istiyorlar? Cumhurbaşkanı değil mi? Çekmeyecek miyiz? Tabii Cumhurbaşkanı’nı çekeceğim, onu çekmeyip sizin gibi serserileri mi çekeceğim! Biz gazeteciyiz, her şeyi çekeriz. Onlara mı soracağım! Onlar ne kadar gazetecidir ki? Gazetecilik oynuyorlar. Gazete basıyorlar, adı oluyor gazeteci. Gazeteci ona denmez ki. Gazeteci haber peşinde, dünyanın herhangi bir yerinde, Çin’de, Japonya’da, Hindistan’da bir şeyler yapan adamdır. Bunların gittiği en fazla Erzurum...’’

Ara Güler'in Gezi protestoları sonrasında Taksim'de AKP iftarını fotoğraflaması eleştirilmişti

‘Yaşam’ denen o boş film…

Son günlerinde, ‘dünyayı sarmalayan aptallık’tan şikâyet ediyordu en çok. Eski günleri anıyordu. Tuhaf dergisine verdiği mülakatta, ‘’insanlar mala, toprağa değer verir oldu’’ diyor, bununla mücadele edilemeyeceğini ekliyordu.

‘’Peki biz ne yapacağız?’’
‘’Öleceğiz ulan!’’

Ara Güler için vatan, ‘marştan, bayraktan ibaret değil’di. "Vatan, yaşadığın topraklardır’’ diyordu Güler: "İnsan, yaşadığı topraklara gömülmek ister.’’

Bu topraklarda yaşadı, eline ilk defa kamerayı bu topraklarda aldı, bu toprakların en güzel fotoğraflarını çekti, hikâyelerini yazdı; bu topraklarda evlendi, aşkı, ustalığı, çıraklığı, delikanlılığı tattı… Galatasaray’ın önünden yürüyenler, önce Ara Kafe’yi, onun yanında Güler Apartmanı’nı görürler. Fotoğrafçı Mehmet Turgut'un kendisini halefi ilan ettiği üzere, ‘Beyoğlu’nun piçi’ idi. Bu topraklara gömüldü.

‘Yaşam denen o boş filmi’, muazzam karelerle doldurdu. 

İlgili Haberler