Hakan Özyıldız*
Baştan belirtmemde yarar var. Ben kapitalist bir ekonomide, özelleştirmeye kategorik olarak karşı değilim. Ekonomide asıl olan işletmenin mülkiyeti değil, ekonomiye katkısıdır. Eğer işletmenin özel bir durumu yoksa, mülkiyeti kimde olursa olsun ekonomiye katkı sağlamalıdır, yük olmamalıdır. Dolayısıyla, ülke ekonomisi için özelliği olan kapatılamayan bir işletme yük oluyorsa, mülkiyet kamuda veya özelde olsun, devlet müdahale etmeli ve işletmeyi ekonomiye kazandırmalıdır. Örneğin mevduat sahiplerini mağdur etmemek için banka kurtarmayı kabul edebiliyorsanız, kötü yönetilen bir KİT’in yeniden yapılandırılmasına, ekonomiye kazandırılmasına, kategorik olarak karşı çıkmamak gerekir.
Ekonomiye yük olmamak, mutlaka kar etmek anlamına gelmez. Sağladığı dışsallıklar nedeniyle kar etmeyen işletmenin bulunduğu çevreye tartışmasız sosyal katkıları olabilir.
Kısacası, Türkiye’de bugüne kadar yapılanlara bakıp ve işletmenin ekonomiye kazandırılmasından çok birilerine para kazandırmaya yönelik uygulamaları örnek alıp her şeyi baştan ret etmek yanlıştır.
Ancak şeker fabrikalarının özelleştirilmesini tüm bu yaklaşımın dışında tutmak gerek. Kapitalist bir ekonomide temel amaç kar olduğundan, tarımsal kamu iktisadi teşebbüsleri (KİT) özelleştirilemez.
Bu kadar kesin görüş belirtmeme, Et Balık özelleştirmesini vermek yeterlidir. Arazilerine AVM yapıldıktan sonra, gıda güvenliği gerekçesiyle yeniden açılan Et Balık bugün faaliyette.
Yine de tarım sektöründeki özelleştirme (!) örneklerine biraz daha yakından bakmakta yarar var.
Önce tarımcıların çok bildikleri bir sözü hatırlatayım. ABD eski dışişleri bakanı H. Kissenger’e göre “Eğer petrolü kontrol ederseniz ülkeyi kontrol edersiniz, eğer gıdayı kontrol ederseniz nüfusu kontrol edersiniz.”
Aslında bu sözden sonra yazıyı daha fazla uzatmaya gerek yok. Bir konu nasıl daha açık ifade edilebilir? Ülke nüfusunun idaresinden bahsediliyor.
Ama konunun daha iyi anlaşılabilmesi için ABD’den bir örnek daha vereyim. 1929 dünya ekonomik bunalımı Amerikan ekonomisini ve doğal olarak tarım sektörünü mahvetti. Kitlesel çiftçi iflasları yaşanmaya başlandı.Başkan D. Roosvelt, 1933’te seçildikten sonraki ilk icraatı ekili alanları sınırlayan “Agricultural Adjustment Act” isimli tarım yasası ile tarımsal ürünlerin bir bölümüne müdahale fiyatı öngören ve bizdeki Tarım Kredi Kooperatiflerine benzeyen, “Commodity Credit Corporaion” isimli tarımsal destek sistemini devreye soktu. Muhalefet ayağa kalktı. “Başkan ne yapıyorsun? Ülkeye sosyalizmi mi getiriyorsun?” diyerek ağır eleştirilerde bulunmaya başladı. Roosvelt’in yanıtı kısa ve netti: “Piyasa kurallarının çalışmadığı bir sektöre gerekirse sosyalizmi getirmek zorundayım.” (Soner Yalçın, Saklı Seçilmişler, Kırmızı Kedi Yayınları)
İşte tarımda özelleştirmenin temel yanlışlığı da burada. Tarım planlanması ve desteklenmesi mutlak zorunluluk olan bir sektördür. Tarımda temel amaç kar, kazanç olamaz. Asıl olan ülkede yaşayan insanların gıda güvenliğini sağlamaktır. Çoğunlukla doğaya bağlı bir üretim olduğu için planlanması zorunluluktur. Yanı sıra çiftçinin üretime devam etmesini teşvik etmek ve tüketiciye ucuz ve sağlıklı ürün/gıda sunabilmek için devlet tarafından desteklenmelidir.
O zaman devlet, rekabetin, karın olmadığı sektörde mülkiyeti kişilere devrederek neyi çözebilir? Rekabet olmayan, kar etmesi beklenmeyen alanda özel sektör devletten farklı ne yapacak? Ucuzluk mu getirecek? Mümkün değil. Fabrika arsalarına AVM, konut mu yapacak? Yetmedi mi? Amerikalıların sosyalizm getirmeyi düşündükleri bir sektörde, biz hangi mantıkla özelleştirme yapacağız anlamak çok zor?
Dahası, özelleştirileceği söylenen 14 şeker fabrikasının önemli bir bölümü terörün kol gezdiği doğu ve güneydoğuda. İşsizlik ve yoksulluk, diğerlerinin yanı sıra, terörün en önemli nedenleri arasında değil mi? Eğer bunu kabul ediyorsak, yarattığı sosyo-ekonomik dışsallıklar nedeniyle, bölgedeki fabrikaları özelleştirmeyi değil, yeni KİT’leri nerelerde kuracağımızı planlamanın zamanı geldi de geçiyor.
*Bu yazı ilk kez hakanozyildiz.com'da yayımlanmıştır.