T24 - Taraf yazarı Alper Görmüş, Türkiye’nin karanlık geçmişiyle yüzleştiği davaların, uzun tutukluluk süreleri nedeniyle itibar kaybettiğini belirterek, bu durumu değiştirmeye çalışmayan Başbakan Erdoğan’ın davaların sürdürülemez olmasını isteyip istemediğini sorguladı. Görmüş, “Aklıma, Ahmet Altan’ın bir yıl kadar önce Tayyip Erdoğan’ın ‘Başkanlık’ kurgusunun en önemli parçası olarak işaret ettiği, bir yanında PKK’nın öbür yanında Balyozcuların ve Ergenekoncuların yer aldığı ‘büyük af, büyük barış’ planı geliyor” dedi.
Alper Görmüş'ün Taraf'ta "Erdoğan, davaların sönümlendirilmesine ‘tamam’ der mi" başlığıyla yayımlanan (16 Aralık 2011) yazısı şöyle:
Erdoğan, davaların sönümlendirilmesine ‘tamam’ der mi
Darbe Günlükleri’nin Nokta’daki versiyonunda yer almayan bölümlerinde neler var neler... Son günlerin flaş konusu “hükümetle cemaat arasındaki çatlak” tartışması vesilesiyle o bölümlerden birini burada dikkatinize sunmaya karar verdim.
Önce neden bunu yaptığımı anlatayım...
Malum, tartışmaya “ah keşke” makamından katılanların bir iddiası var: Diyorlar ki, Futbolda şike tartışması “okyanusta bir damla”dan ibarettir... Asıl büyük gerilim, “yürümekte olan büyük siyasi davaların sönümlendirilmesi tercihi ile sonuna kadar gidilmesi tercihi arasındaki kavga”dan kaynaklanmaktadır.
Birinci tercih hükümetinmiş, ikinci tercih de Gülen cemaatinin...
Bu tesbitin hakikate tekabül edip etmediğini bilmiyorum, fakat “Ah keşke”cilerin “gerilim”de hükümete “yürü be aslanım” kıvamında arka çıkmaları, insana “acaba bir bildikleri mi var”dedirtmiyor da değil.
Ben, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti), yaşadıkları onca tecrübeden sonra Türkiye’nin karanlık geçmişine dair büyük davaları sönümlendirmeye kalkacaklarına pek ihtimal vermiyorum. Çünkü o karanlık geçmiş, kendi tarihleri başlar başlamaz her şeyi bir kenara bırakıp bütün gücüyle onların üstüne çullandı.
İşte bugün size, o “çullanma”nın en cüretkârlarından birini aktaracağım.
14 Ocak 2004’teki tuhaf toplantı
Davaların sönümlendirilmesine pek ihtimal vermediğimi söylerken, mesela 14 Ocak 2004’te Genelkurmay Başkanlığı’nda yapılan sekiz kişilik toplantıda, yüzüne karşı şimdi aktaracağım şeylerin söylendiği bir başbakanın birtakım naif siyasi hesapların iğvasına kapılmayacağı noktasından hareket ediyorum... (Yine de, siyasetin, biz sıradan insanların akıllarının ermeyeceği kimi yeni ittifakları ve ittifak iptallerini her an önümüze koyabileceğini de tümden ihtimal dışı bırakmıyorum.)
Sözünü ettiğim toplantının katılımcılarının ikisi sivil (Başbakan ve Milli Savunma Bakanı), altısı askerdi (Genelkurmay Başkanı, Genelkurmay İkinci Başkanı ve dört Kuvvet Komutanı).
Askerlerin kendi sözleriyle “TRT bildirisi hazırlığı”nı gerektirecek kadar ciddi bir toplantı olarak tasarlanan ve onların talebiyle gerçekleştirilen 14 Ocak 2004 toplantısı, Günlükler’in o tarihli bölümünde şu tek paragrafla anlatılıyor:
“Genelkurmay Başkanlığı’na gittik. Biraz sonra Milli Savunma Bakanı geldi. Toplantıyı oturma odasından brifing odasına almışlar. Anlaşılmaz şeyler oluyor. O kadar ısrarcı olan 2. Bşk. toplantı yerini ne olduğunu anlamadığımız bir nedenden dolayı değiştirebiliyor. Dikkat ettim, İlker aşırı derecede heyecanlıydı. Kendi kendine konuşuyordu. 10:00’da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan geldi, önce oturma odasına geçtik. Toplantı 2. Bşk. İlker Başbuğ’un yaptığı yazılı konuşma ile başladı.”
Notlar, bu noktada EK-F’ye referans veriyor ve bitiyor. Günlükler’in içindeki başka bir dosyada yer alan EK-F’yi okuyunca (ki aynı belge daha sonra Şener Eruygur’dan ele geçirilen dokümanlar arasında da yer aldı), o günlerde Başbakan’ın yakınındaki siyasetçilere söylediği ve benim de bir gazeteci olarak kulağıma gelen “Durum bildiğiniz gibi değil; bilseniz çok ürkerdiniz” şeklindeki sözler geldi aklıma... Toplantıda, askerlerin “değiştim diyorsunuz ama bunu bize ispat etmelisiniz” havasında Başbakan’ı sigaya çekme çabasında oldukları açıkça belli oluyor. Ayrıca kendisine TSK İç Hizmet Kanunu’nun meşhur 35. maddesi dahi hatırlatılıyor.
Genelkurmay 2. Başkanı İlker Başbuğ’un elindeki yazılı metinden okuduğu “muhtıra gibi”nin bazı bölümleri şöyleydi:
“TSK olarak sessiz kalmamız mümkün değildir”
“23 Ağustos 2001 tarihinde, Kalyon Oteli’nde AKP Genel Başkanı olarak yaptığınız konuşmada, ‘Tecrübelerinden ders çıkarma erdemine sahip insanlar gibi ben de değişmeyi bir erdem sayıyorum’ demiştiniz. Ayrıca, ‘Laikliği demokrasinin gereği olarak görüyoruz...’ söyleminiz ile değiştiğiniz mesajını verdiniz.
“Siz ve partinizin birçok üyesi Milli Görüş ile siyasete başladınız. Nedir bu Milli Görüş? Necmettin Erbakan, 13 Mayıs 1990’da Sivas’ta yaptığı konuşmada, ‘Biz Müslümanız, Kur’anı hakim kılmak isteyene gideceğiz’ ifadesini kullanmıştır. 14 Temmuz 1996 tarihli Milliyet Gazetesindeki söyleşinizde, ‘Refah Partisi’nin referansı İslam’dır. Bize göre demokrasi amaç değil ancak bir araçtır’ diyorsunuz.
Toplumun zihninde, 23 Ağustos 2001’de ifade ettiğiniz değişimin ne derece gerçeği yansıttığını değerlendirmek istiyoruz.
“TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesi ‘Silahlı Kuvvetler’in vazifesi; Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır’ hükmünü amirdir.
“T. C. Anayasası’nın 2. maddesi Cumhuriyet’in niteliklerini; ‘Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir’ şeklinde belirlemiştir.
“(...) TSK olarak Cumhuriyet’in temel niteliklerini hedef alan uygulamalara karşı sessiz kalmak mümkün değildir.”
14 Ocak toplantısı faslını kapatmadan söyleyeyim: Günlükler’in sahibinin de teslim ettiği gibi, Başbakan sorulara cevap verse de onların istediği bir boynu büküklükle davranmamış bu toplantıda. Komutanların memnuniyetsizliği, EK-F’nin sonunda şöyle dile getiriliyor:
“Adam bize kendi bildiklerini anlattı ve tartışmadık bile. Bu toplantıdan çıkınca yemeğe gittik. Böylece işi de iyice sulandırmış olduk. Yemekte doğal olarak sohbete başladık ve adam da yemekten ayrılırken bizim sorunlarımızı dinleyip ayrılan ve onlara çözüm bulmayı vaat eden bir siyasetçi kimliği ile aramızdan ayrıldı.”
AK Parti ve davaların “kanseri” uzun tutukluluklar...
Elhak: Tayyip Erdoğan, o toplantıdaki tavrını bugüne kadar sürdürdü. Yine de beni
yukarıda kullandığım ikircikli üslubu benimsemeye, bundan sonrasında bu çizgisini yumuşatmaya yönelik yeni bir tavır içine girebileceğini düşündürmeye sevk eden bazı şeyler de yok değil.
Belki sinekten yağ çıkarmaya çalıştığımı düşüneceksiniz ama, ben, bu davalardaki uzun tutukluluk süreleri konusunda AK Parti’nin benimsediği ipe un serme tavrının, davaların “yavaşça acele ederek” sönümlendirilmesiyle bağlantılı olabileceğini vehmediyorum.
İzah etmeye çalışayım...
Uzun tutukluluk sürelerinin bu davalar üzerinde nasıl bir baskı yarattığı, onların haklılıklarını ve meşruiyetlerini nasıl zedelediği hepimizin malumu... Bunu fark edenlerden biri de Adalet Bakanı Sadullah Ergin... Ergin, neredeyse göreve başladığı andan itibaren uzun tutukluluklardan yakınıyor.
Sadullah Ergin, bu meseleyi (de) önemli ölçüde çözebilecek “elektronik kelepçe” önerisini 2010 ortalarında dillendirdi, üstelik de Bakanlık bürokratlarının konu üzerinde iki yıldır çalıştığı ve uygulamanın yıl sona ermeden başlayacağı bilgisiyle birlikte... Fakat sonra çok tuhaf bir biçimde bir daha da dile getirmedi... 2010 geçti, 2011 de geçti, elektronik kelepçeden hâlâ ses seda yok.
Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tarafından verilen ve tutukluluk sürelerine sınır getiren öneri konusundaki tavır da ilginçti... Bakan Ergin ve AK Parti sözcüleri,“tecavüzcülerin, asker katillerinin vb.” de istifade edecekleri gerekçesiyle öneriye karşı çıktılar.
Şimdi manzara şöyle: Türkiye’nin karanlık geçmişiyle hesaplaşma davaları uzun, yanlış ve haksız tutuklama pratiği nedeniyle ağır bir itibar kaybına uğrarken bu davaları başlatan iktidar partisi, olan biteni sessizce izliyor, hiçbir şey yapmıyor.
Bu size mantıklı geliyor mu?
Bu sürecin sonunda ne olur biliyor musunuz? Gol olur. Tabii, AK Parti’nin kalesine... Çünkü, sürecin sonunda öyle bir manevi ortam oluşur ki, davalar sürdürülemez hale gelir.
İşte benim tekinsiz şüphem tam bu noktada şekilleniyor. Acaba diyorum, AK Parti bu manevi ortamın oluşmasını mı bekliyor? Ki böylece, davaları sönümlendirme konusunda inisiyatif kullanmaya başladığında ciddi bir kamuoyu tepkisiyle karşılaşmasın.
Diyeceksiniz ki niye böyle bir şey yapsın AK Parti?
Aklıma, Ahmet Altan’ın bir yıl kadar önce Tayyip Erdoğan’ın “Başkanlık” kurgusunun en önemli parçası olarak işaret ettiği, bir yanında PKK’nın öbür yanında Balyozcuların ve Ergenekoncuların yer aldığı “büyük af, büyük barış” planı geliyor...
Saçmaladığımı mı düşünüyorsunuz?
İnşallah haklısınızdır.