29 Ocak 2017 15:12
100 yıllık Türk tiyatrosuna 50 yılını vermiş olan Ali Poyrazoğlu, "özgür, aydın, Atatürkçü, cumhuriyetçi ve laik bir politik duruşu" olduğunu açıklayarak "Ben bağırıp çağırarak, politik duruşunu teşhir ederek, onu bir kariyer basamağı haline getiren tiplerden değilim. Ben ön plana çıkarmıyorum ama oynadığım oyunlar çok ciddi bir şekilde politik. İnsan politik bir hayvan. Tiyatro da insanı anlattığı için her oyun politik" görüşünü dile getirdi.
Ali Poyrazoğlu'nun Hürriyet'ten Cengiz Semercioğlu'na verdiği söyleşinin bazı bölümleri şöyle:
- Nedir senin politik duruşun?
Benim politik duruşum;
- Kukla meselesinden başlayalım mı?
Ben tiyatroya kuklacı olarak başladım. 5 yaşındayken kukla tiyatrosu kurdum evde. Daha doğrusu tiyatroya götürdüler beni, çok korktum. Şehir Tiyatrosu’nun “Hamlet” oyunu oynanıyordu. “Ben omlet istemem, ben omlet yemem” diye söylene söylene “Hamlet”e gittim. Hamlet’in babasının ruhu çıkınca çok korktum. Ağladım “Hortlak! Hortlak!” diye. (Gülüyor) 5 yaşında anladım ki, tiyatro güzel bir oyun alanı, eğlenceli bir yer. Bir de kırmızı perde var... Eve döndüm kukla tiyatrosu kurdum.
- “Eve döndüm kukla tiyatrosu kurdum” dedin, nasıl kurdun?
Evde kırmızı perde yoktu, yemek masasının altında kurdum tiyatroyu. Üzerinde kırmızı örtü vardı masanın. 5 yaşındayken rol arkadaşlarım kuklalardı benim. Sonra iş böyle ilerledi, ilerledi... Yıllar sonra tiyatromda da kuklalarla oyunlar yaptım. Hatta bir yaz Sıraselviler’deki tiyatronun içini söktüm, kukla atölyesi haline getirdim. Orada Güral Yontan, Mehmet Güleryüz ve talebeleriyle birlikte “Hoşçakal İstanbul” adlı oyunumuzun kuklalarını hazırladık. O oyun çok tuttu, Yunanistan’da aylarca dolaştık, turneler yaptık. Ondan sonra “Şaka Şaka” ve “Ben Eskiden Küçüktüm” oyunlarında da kuklalar yaptık.
- Nereden topladın o kadar kuklayı?
Çoğunu Çekoslovakya’dan, Fransa’dan müzayedelerden...
- En pahalısı hangisi?
- 10 bin liralık bir kukla var...
- Kaç kuklan var?
260 kuklam, 120 tane de maskem var. 18’inci asırdan kalma kuklalarım var, Osmanlı döneminden. Gülhane’de kukla tiyatroları varmış eskiden. Suzan diye bir Yahudi hanımla tanıştım, Küçük Sahne’de tuvaletçilik yapıyordu. “Suzan Hanım sen daha önce ne iş yaptın?” diye sordum, “Benim kukla tiyatrom vardı, kocam öldü kapandı” dedi. “Kuklalar nerede şimdi?” dedim, “Satacağım” dedi. Dedim ki “Hepsini getir, ben alacağım”. Suzan Hanım’ın koleksiyonunu da aldım. Öyle öyle topladım.
- Nerede muhafaza ediyorsun?
Etiler tarafında bir depoda. Akasya AVM’den Alev telefon etti bir gün, “Senin kukla koleksiyonuna ne oldu?” diye sordu. “Duruyor” dedim. “Gel bunları sergileyelim, çoluk çocuk görsün. Sergiye ilaveten çocuklar için yaratıcı kurslar da yapalım” dedi. Alev bir sergi alanı hazırlattı, biz de kuklaların bir kısmını getirdik ve burada sergiliyoruz. Hem sergiyi görmek hem de kukla workshop’una katılmak için Trabzon’dan, Samsun’dan, Ankara’dan çocuk getirenler var.
- Workshop’larda ne yapıyorsunuz?
Çocukların içlerindeki yaratıcılığı kuklalar vasıtasıyla keşfetmelerini sağlıyorum.
- Sömestr için mi yaptınız bu etkinliği?
Sömestr tatiline denk geldi ama Alev “Çok rağbet gördü, uzatalım” diyor. Bir de örnek olsun diye yaptım bunu. Çünkü bir Türk kukla müzesinin açılması lazım. Zaten ne yapacağım bu kadar kuklayı diye düşünüyordum. Bir ara Rahmi Koç Müzesi’ne hediye etmeyi düşündüm. Para filan da istemiyorum karşılığında. Çocuklar için bir kukla müzesi kurmaları koşuluyla Rahmi Koç Müzesi’ne verebilirim bunları.
- Haklısın, iyi bir yere vermesen sen öldükten sonra ne olacak bunlar?
Öldükten sonra tahta parçası olacak işte... Çünkü okumaya meraklı insanların kitaplarının, onlar öldükten sonra kiloyla satıldığını gördüm. Kütüphanesinden bir kitap bile vermezdi Mahmut Sait Kılıçcı diye bir üstat. Kiloyla satıldı kitapları öldükten sonra...
- Senin kitaplar ne olacak?
Benim 7 bin kitabım var ve bağışlıyorum şu an onları. 500 tanesini Kadıköy Halk Eğitim Merkezi Kütüphanesi’ne verdim. Çok elzem olanların dışındakileri de Boğaziçi Üniversitesi ve Galatasaray Üniversitesi’ne vermeyi düşünüyorum.
- Mirasçın kim peki?
Benim mirasçım Türkiye Cumhuriyeti devleti olacak herhalde.
- Bütün mal varlığını ne yapacaksın?
Biraz da yeriz be Cengiz...
- Ne yiyeceksin daha, kaç yaşına geldin!
Ama yiyebilirim. Arkadaşlarımı alıp Avrupa’ya götürüyorum, gezdiriyorum mesela.
- Kimi götürdün en son?
Bizim tiyatrodaki çocukların hepsini tiyatro festivaline götürdüm. Bu masraflı bir iş. Öyle şeyler yapabilirim.
- Senin mal varlığın içinde devede kulak bu...
70 çocuk okutuyorum ben. Ayıptır, söylenmez ama zorla söyletiyorsun bana. Ayrıca benim malım mülküm senin uydurduğun kadar değil. “Kolombiya’da madenleri var” dedin benim için.
- Yalan mı, hâlâ diyorum...
Kolombiya’da bakır madeni aldık ama madenim filan yok. New York’a gitmiştim epey vakit önce. 10 bin dolar nakit parayla. Evinde kaldığım borsacı arkadaşım “Seni burada keserler bu kadar parayla. Ver bana kasaya koyayım” dedi. Ben ondan harçlık olarak 1000 dolar alıp Los Angeles’a gittim. Geri döndüm, dedim ki “Paralarımı ver”. “Senin paran yok ki” dedi. “Nerede paralarım?” dedim. “Kolombiya’da bakır madeninde” dedi. “Seni öldürürüm, gidecek paralarım, aşağılık borsacı!” dedim.
- Ondan sonra ben “Ali Poyrazoğlu’nun madenleri var” diye yazınca “Madenim yok” diyorsun...
Ama bu yıllar önce borsacı bir arkadaşımın New York’ta yaptığı bir kıyak. Sonra o arkadaşım battı ama benim 5 cent’e alınmış hisse senetleri 20 dolar oldu! (Gülüyor)
- Mirası ne yapacaksın şimdi?
Dağıtmaya başladım... İkiye ayıralım mirası. Biri maddi, biri manevi miras. Parayı çoluğuna çocuğuna bırakırsın, kitapları bırakırsın, evleri bağışlayabilirsin...
- Kaç evin var?
Üç. Biri kütüphane, biri oturduğum ev, bir de Bodrum’da bir evim var. Bunların dışında manevi mirasımı da paylaşmam gerektiğini düşünüyorum. Onun için anılarımı yazıyorum. Yaşadığım her şeyi çok açık bir biçimde yazıyorum. Benim zengin bir hayatım var. Gazete patronlarından banka sahiplerine, kebapçılardan futbolculara kadar her kesimden yakın arkadaşlarım oldu. Çok enteresan şeyler yaşadım. Bunların paylaşılması gerektiğini düşündüğüm için de oturdum yazıyorum. İki cilt olarak çıkacak kitap.
- Aşk anılarını da yazıyor musun?
Her şeyi yazıyorum.
- Hadi canım...
Tabii, neden yazmayayım? Ya her şeyi yazacaksın ya da yazmayacaksın. Benim gibi sansüre karşı bir adam kendi kitabını sansürlemez. Beğenen beğenir, beğenmeyen beğenmez. Ben aşağı yukarı 45 yıllık tiyatro patronuyum ve sahneye çıkışımın da 50’nci yılındayım. Türk tiyatrosunun ömrü 100 yıl arkadaş. 50 yılında da ben varım. 20 yıl gazetelerde köşe yazarlığı yaptım ben. 15 yıl çok tutmuş bir radyo programı yaptım. 350 bölüm televizyon dizisi yaptım. 300 bölüm yazdım, yönettim. 60 filmde başrol oynadım. Türk eğlence tarihine imza atmış yerleri kurdum, yönettim.
- “Eğlence tarihine imza atmış yerleri kurdum, yönettim” dedin. Onlardan biri de Yeşil Kabare’ydi. Zeki Müren de geliyordu oraya değil mi?
Tabii, Zeki Müren’in çıktığı geceyi anlatıyorum oyunumda mesela, yıkılıyor ortalık. Zeki Müren bir gece içinde sahneye çıktı. Nasıl çıktı, o gece ne oldu, muhteşem bir hikaye. Bütün bunları kitabın içine de koymalıyım, giderken bunları teslim etmem lazım. Para pul dediğin bağışlanır. Yüzde 50’den fazlasını zaten bağışladım.
- Nereye bağışladın?
Söylenmesi doğru değil. Bir eğitim vakfına. Gerisini de paylaşacak insanları biliyorum. Bende emeği olan, benimle işbirliği yapmış, yıllarca benimle birlikte tiyatroda çalışmış bir sürü insan var.
- Onlara mı pay edeceksin?
Edeceğim tabii. Benim de dostlarım, arkadaşlarım, yakınlarım var. Sen de bu para meselesine çok takıyorsun.
- Herkes çalıştı ama herkes senin kadar birikim yapamadı...
Abi akıllı adam yapacak. Yapamıyorsan salaksın. Kötü gömlek yapıyorsan para kazanamazsın, iyi gömlek yapacaksın. Herkes benim kadar çalışmadı. Kim 350 bölüm dizi yazdı, yönetti, içinde oynadı? Kim 60 filmde başrol oynadı? Kim hiç ara vermeden 45 yıl tiyatroda sahneye çıktı? Yapan yok benden başka. Kaçıyor herkes. Kim gelip iş ortakları bulup Akasya’da bu sergiyi yaptı mesela?
- Bu kadar çok işi yapıp para kazanamayan da var...
Böyle çalışıp para kazanamayan yok. Kazanıyor herkes. Ağlayanlar var. Ben ağlamayanlardanım. Şükredenlerdenim.
- Dolar yükseldi ya, oradan da kazandın mı?
Türk parasındayım, onlarla ilgim yok. Burada yaşıyorum ben, dışarıda yaşamıyorum ki. İşim gücüm her şeyim burada benim. Şimdi moda oldu ya “Gidelim” lafları filan, hiçbir yere gitmiyorum ben. Kovsalar gitmem.
- Nasıl buluyorsun Türk tiyatrosunu şimdi?
Çok iyi mücadele edenler de var, yarışı bırakanlar da. Gençler de var, eski sağlam oturmuş tiyatrolar da. Bütün sıkıntılara karşı tiyatrocular ısrarla mesleklerini icra etmeye devam ediyor. Pes edip havlu atan yok. Ben de buraya ateşin içinden geçip geldim. Oyun oynamaya Aydın’a gittim ve saldırıya uğradım. Faşistler beni paramparça ettiler orada.
- Ne zaman? 79 yılında mı?
Evet, darbeden biraz önce. Hastanede yatıyorum, Korhan Abay’ı çağırttım. Dedim ki; “Erol Simavi’ye telefon et, beni buradan çıkarsın.” Çünkü çıkaramıyorlar faşistler saldıracak diye.
- Hangi oyunu oynuyordun sen o zaman?
- Muzaffer İzgü’nün bir oyununu oynuyordum, “İsteyenin Bir Yüzü Kara” diye. Erol adamlar gönderdi Aydın’a ve bir de cankurtaran. Cankurtaran ortada, önde eskort araç, arkada bir araç, beni Aydın’dan çıkarıp İzmir’deki bir hastaneye götürdüler. O yüzden diyorum ben ateşin içinden geçerek bu günlere geldim diye.
- Senin politik duruşun var mı?
Oyunlarıma gelirsen görürsün. Ben bağırıp çağırarak, politik duruşunu teşhir ederek, onu bir kariyer basamağı haline getiren tiplerden değilim. Ben ön plana çıkarmıyorum ama oynadığım oyunlar çok ciddi bir şekilde politik. İnsan politik bir hayvan. Tiyatro da insanı anlattığı için her oyun politik.
- Nedir senin politik duruşun?
Benim politik duruşum; özgür, aydın, Atatürkçü, cumhuriyetçi ve laik bir duruş.
- Kısa bir süre önce Erdal Beşikçioğlu, Burak Sergen’e prova yaptırıp sonra oyundaki rolü aldı ondan...
Evet, okudum senden... Marquis de Sade oyunu. Muhteşem bir oyun. Aslında biz onu alıp oynamak istedik. Sonra çok uygun bir kadro olmadığını görünce vazgeçtik. Oyun benim elimde 15 sene durdu.
- Sert mi geldi?
Hayır. Onu yapabilecek olanaklara sahip değildim. Bir de iyi bir prodüksiyon yapacak kadrom olmadığı için vazgeçtim.
- Erdal’ın son dakikada rolü almasına ne diyorsun peki? Yönetmen yapar mı böyle şeyler?
Ben de yaptığım için yapılmaz diyemem.
- Sen kime yaptın?
Hümeyra’ya... “Orkestra” diye bir oyun oynuyorduk. Hümeyra benim canım ciğerim. Onu tiyatroya ben başlattım. “Orkestra”daki rolü de Hümeyra’ya verdim. Bir orkestra şefi rolüydü. Ama Hümeyra farklı bir yorumla yaklaşıyordu role. Provalar ilerlemişti, 1.5 buçuk ay prova yapmıştık. Baktım olmuyor, Hümeyra’ya dedim ki; “Senin için de kötü olacak, benim için de. Rolü senden alıp başkasına veriyorum.” Düşündük taşındık, “Tijen Par iyi olur bu rolde” dedik ve rolü ona verdik. Hümeyra’ya kendimi affettirmek için üzerinde üç tane pırlanta olan bir yüzük aldım, affetti. Onun arkasından gelen piyeste de Hümeyra’ya başka rol oynattım.
- Acımasızsın ama vicdan da var...
Seyirciyi düşünmek zorundayım. Seyirci bize güvenerek geliyor tiyatroya. Onların güvenini boşa çıkarmamak lazım. Bugün benim tiyatrom doluyorsa, ben böyle davrandığım içindir.
- Hümeyra’ya yaptığın şeyi kendine de yapar mıydın?
Yapardım.
- Yaptın mı hiç?
Yapmadım ama bana yapıldı.
- Sana kim yaptı?
Bir filmde başrol oynayacaktım. Sonra anlaşamadık şirketle, benden aldılar o rolü başkasına verdiler. Bana da bir sonraki filmde başrol verdiler.
- Hangi filmdi o?
Boş ver, söylemeyeyim. Ama benim başrolünü oynadığım film “Arkadaşım Şeytan”dı.
- Bunların hepsini kitabında yazıyorsun ama bize gelince boş ver diyorsun...
Söz, basıldığında ilk sana vereceğim kitabı. “Al içinden süz, istediğiniz yaz” diyeceğim.
- Neden en çirkin kuklanın adını Sezen Aksu koydun?
Sezen benim çok yakın arkadaşım. Çok severim, o yüzden
- Dinledin mi albümünü?
Dinledim. Turneye gitmiştim Bandırma’ya. Benzinciden aldım, Bandırma-İstanbul arasında üç kere dinledim.
- İyi arkadaş olduğunuzu biliyorum da belki araya mesafe girmiştir diye sordum...
Sezen öyle bir insandır ki onunla aranıza mesafe giremez. Sezen’le arkadaş olursun, iki sene görüşmezsin, sonra dün ayrılmış gibi devam eder Sezen.
- Başka kim var böyle yakın arkadaşın?
Nükhet Duru’da da vardır aynı özellik. Ferdi Özbeğen de öyleydi. Erken öldü...
- Evet, bakmadı kendine. Sen bakıyor musun?
Bakıyorum. Sporcuyum ben. Yüzüyorum her gün. 1.5 saat yüzüyorum. Gelirsen, gömerim denizde!
© Tüm hakları saklıdır.