Kültür-Sanat

Ali Poyrazoğlu: Toplumda uzlaşma olmazsa Türkiye'nin sonu felaket!

"Memlekette her gün 1 Nisan ama şakalar biraz ağır"

27 Mart 2016 16:33

Usta tiyatrocu Ali Poyrazoğlu, ülkenin içinde bulunduğu durumu değerlendirirken, "toplumda ötekileştirmenin ağırlık kazandığını" belirterek, "Türkiye’nin bu durumdan kurtulabilmesi için de uzlaşılabilecek zeminlerde görüşüp tartışılmalı yoksa kaosun sonu felaket" görüşünü dile getirdi. "Erkeklerin kadınlara yaptığına baksana, çocukların başına gelenlere baksana. Kendisi gibi düşünmeyen insanlara yapılanlara baksana" diyen Poyrazoğlu, "Memleket her gün 1 Nisan şakası gibi ama şakalar biraz ağır" diye konuştu.

 

Cumhuriyet'ten Ceren Çıplak'ın sorularını yanıtlayan (27 Mart 2016) Ali Poyrazoğlu'nun açıklamaları şöyle:

Mekânda bekliyorum... Ali Poyrazoğlu gecikti biraz. Aradım. “Aaa söyleşi yarın değil miydi? Ben öyle hatırlıyorum” deyip üstüne de rahatça “Manzara nasıl” diye sormaz mı? Oysa söyleşinin bu haftaya yetişebilmesi için son günümüz... Fırsatı kaçırmanın stresini yaşamaya başladım. Ama kafamı çevirince kendisi yanımda belirdi. “Bu bir erken 1 Nisan şakası mı?” diye sordum, “Memleket her gün 1 Nisan şakası gibi” cevabını yapıştırdı.

Poyrazoğlu, daha söyleşinin başında “Şeytanla sofraya oturanın kaşığı uzun olmalı” diyerek beni ‘ürküttü’!

- Demek “memleket 1 Nisan şakası gibi” diyorsunuz...

Memleket her gün 1 Nisan şakası gibi ama şakalar biraz ağır.

- Sohbetimize tiyatroyla başlayalım. Tiyatro hayatta nelerin perdesini açar?

Tiyatro perdesine tav olarak tiyatroya başladım. Kırmızı perde yüzünden girdim bu işe. Altı yaşında tiyatroya götürdüler beni. Kırmızı perde açıldı ve beş dakika sonra Hamlet’in babasının ruhu çıktı, ben hortlak geldi diye çok korktum. Bağırdım. Arkamdaki teyze, “Sus, hortlak mortlak değil o, oyun. Sen oyun oynamıyor musun? Bunlar da oyun oynuyor işte” dedi. O kadın “bu bir oyun” deyince çok hoşuma gitti tiyatro. Çocuk korktuğu şeyin üstüne gider ya eve gittim tiyatro kurdum. Oyun yazdım “Tenten Afrika Çöllerinde” diye bir eserim var. Açılış yaptım. Salon full. Bilet sattım. Annem babam ve kardeşlerim, beş kişi yani. Ertesi akşam kriz başladı. Tiyatroda kriz var mı, yok mu? Var. Ertesi gün seyirci yok. Onun üzerine turneye çıkmaya karar verdim. Akraba evlerine gece yatısına gittim. “Eczacıbaşı Mahmut’un deli oğlu” geldi diyorlardı. Her yerde tiyatro yaptığım için adım o. Hevesim öyle başladı.

Tiyatro benim hayatımda her gün yeni sorulara, yeni bakışlara, bir yeniden doğuşa perde açıyor. Benim görüşüme göre tiyatro gidilen bir şey değil, gittikten sonra kapıdan seninle beraber çıkıp hayatına giren bir şey olmalı. Seyirciyi zenginleştirmeli. Tiyatro seyirciye gündemle ilgili yeni sorular sordurur.

- Peki, siz gündeme dair ne gibi sorular soruyorsunuz?

Tiyatronun gündemin uzağında olduğunu iddia edemeyiz ama günlük siyasette olanlar, diğerlerinin ne düşündüğü, ne söylediği ile ilgili değiller. Dinlemiyorlar bile. Televizyondaki tartışma programlarının hepsi bir çılgınlığa dönüşmüş vaziyette. Herkes maça çıkmış gibi. Kazanmak için orada. İnatla kendi söylediğinin kabul edilmesi için bağırıp çağırıp tepiniyor ortalıkta. O yüzden bir siyasi gündem konuşma meraklısı değilim. Yazmanın, çizmenin gündemin dışında olduğunu da düşünmüyorum. Bu arada benim adım “Güldürücü Amca”. Mahallede arkamdan çocuklar “Güldürücü Amca” diye bağırıyorlar.

- Güldürücü Amca bugün seyirciyi nasıl güldürüyor?

İnsanlar yaşamdaki kırgınlıklarını unutup bir parça yaşam sevinci istiyor. Yaşamdan bir kere geçiyoruz, doğru düzgün geçmeliyiz. Herkesin bir cesaretle kendine yeniden başlayıp yaşama yürüyeceği bir ertesi sabah istiyorum. Buna perde açsın istiyorum tiyatro her gün. Mizah bir cevap verme, tokat atma, bir ses yükseltmedir. Yamuklukları gösterme mesleğidir. Bizim en büyük çaresizliklerimizden bir tanesi kendimizle yüzleşememek. Kendimizi okumamakta direniyoruz. Kendini okuyan birey empati duygusunu geliştirerek bir yere dönüştürür kendisini. O zaman sesini çıkarma hakkını kullanabilecek bir bilinç oluşur insanda. “Ödünç Yaşamlar”a Hamlet’le başlıyorum. Shakespeare diyor ki, “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu. Düşüncemizin katlanması mı güzel zalim kaderin yumruklarına, oklarına ya da diretip bela denizlerine karşı dur yeter demesi mi”. Arkasından da metinden diyorum ki, “Çürümüş bir şeyler var Danimarka Krallığı’nda”. Sonra birdenbire diyorum ki, “Işıkları yakın! Şahitsiniz! Danimarka Krallığı dedim, Türkiye demedim” diyorum.

- Peki, Türkiye’de de çürümüş bir şeyler var mı?

Hayır yok. Her şey fıstık gibi. Kimsenin canı sıkılmıyor olana bitene. Mükemmel bir Türkiye ile karşı karşıyayız daha ne olsun, dediğim zaman seyirci ne demek istediğimi daha net anlıyor. Ben sert, slogan cümleler kullanmam. Genellemeler yapmamaya çalışıyorum.

- Tiyatro da gündemin içinde. Ne olup bitiyor, siz ne görüyorsunuz bunun da cevabını almaya çalışıyorum.

Gözle gördüğümüzün gerçek bir görme olduğunu, beyin gözüyle görülenin de hayal gücü olduğunu düşünüyorum. İnsan gözüyle görülen kuru gerçeklerle hayal gücü arasındaki alanda duruyor sanat. Ben o alana ait bir bakışa sahibim ve öyle görüyorum.

- Bugün gördüğünüz ‘kuru gerçekler’ ne? Neden kuru gerçeklerin peşindesin?

Gözümle baktığım zaman, gazetede okuduklarım beni çok üzüyor. Dünyanın her yerindeki vahşet beni çok üzüyor. Ülkemizin çevresinde olan bitenlerin çağın en büyük utançlarından birisi olduğunu düşünüyorum. Bunun altında yatanları iyice tanımlayıp üstünde tartışabilmek için seninle iki saatlik bir televizyon programı yapmamız lazım. Bir gazete röportajına sığacak cevapları olmayan şeyler soruyorsun. Bir dindara dinini bir cümleyle tanımlar mısın diyorsun, kim yapabilir bunu?

- Gördüğünüz ‘kuru gerçekleri’ süzerek, seçerek, özetleyerek söyleyebilirsiniz.

Baktığım zaman herkesin gördüğünü görüyorum. Gerçeklerden uzak değilim. Sen bana spesifik olarak ne gördüğünü söyler misin? Ama iki cümleyle bu soruma cevap verebilir misin? Veremezsin.

- Cevap veriyorum o zaman: “Türkiye’de çürümüş bir şeyler var.” Filozof Zizek dahi bunu söyledi, siz söylemediniz...

Allah’tan oğlumuz Hamlet Türkiye’de yaşamıyor, Danimarka’da yaşıyor. Yoksa başına neler gelirdi.

Bunu ‘Ödünç Yaşamlar’ oyununda da söylüyorum. Gündem için bugün yaptığın saptamalar yarın geçerli değildir. Yarın gündem değişiyor bambaşka hale geliyor. Önemli olan ve benim işim, gelecek tasarımı yaparak bundan beş sene sonra gündemin ne hale geleceğini okumayı becermek. Benim işim bu. Gelecek tasarımcılığı yapıyorum.

- Bugün sahnelediğiniz oyun “Ödünç Yaşamlar”ın kitabını okudum. Ağır bir siyasi kitap aslında. Kitapta “Milli Yasaklama Bakanlığı kurulmalı” diye mizahi bir dille yazdığınız bir bölüm var. Bunu on yıl önce yazdınız. “Dün yazmış gibi” diyebilir misiniz?

Yıllar önce yazdım, hiçbir şey değişmediği için çok üzgünüm! Bir holiganlık isterisinin içinden geçiyoruz her konuda. Bundan kurtulmalıyız. Erkeklerin kadınlara yaptığına baksana, çocukların başına gelenlere baksana. Kendisi gibi düşünmeyen insanlara yapılanlara baksana... Bu ötekileştirme isterisinden Türkiye’nin kurtulabilmesi için de uzlaşılabilecek zeminlerde görüşüp tartışılmalı yoksa kaosun sonu felaket.

 

'Sokakta aşağıladığınız
o gençler ülkeyi yönetecek'

 

- Gençler üzerinden bir okuma yapar mısınız?

Gençlerin çok hakkının yendiğini düşünüyorum. Onlar geleceğin sahipleri. Bundan 10 yıl sonra bu ülkeyi beğensen de beğenmesen de bu gençler yönetecek arkadaş. Bu gençler kalp cerrahı olacak, siyasetçi olacak, bakan olacaklar. Sokakta beğenmediğiniz genç diye aşağıladığınız bu gençler yönetecek ülkeyi, dünyayı. Gençlerin fikirlerini özgürce açıklayamadıklarını, söyleyemediklerini ve kendilerini inşa edemediklerini düşünüyorum. Bir yıkıntıya dönüştürüldüklerini görüyorum.

Mutluluk bir tren istasyonu değil, oraya gelince inilmiyor. Kesintisiz sürekli mutluluk sadece salaklar, geri zekâlılar için söz konusu. Aklı başında olan insanlar, mutluluğun bir yolculuk olduğunu, ömür boyu çıkışların, inişlerin, başarıların, çöküntülerin olacağını bilir. Yaşamdan geçme macerasının adı mutluluk. Her şey çok güzel, hiçbir şey yerinden oynamamış, hiçbir şey çürümemiş durumu söz konusu değil. Başa dönecek olursak Shakespeare ‘Hamlet’i bu yüzden yazıyor. “Çürümüş bir şeyler var bu Danimarka Krallığı’nda” derken çürüyecektir tabii ki doğal olarak her şey çürüyor, biz de çürüyeceğiz, öleceğiz, evrenin gerçeği bu. O çürümenin farkında olarak o çürümeyi engellemek için ne yapabilirsin diye Hamlet’i ortaya koyuyor. Bütün dünya bu piyesi oynayarak kendine yeni bir bakışla bir rönesansın, yeniden doğuş yaratmanın peşinden gidiyor. Seyirci giderek tiyatroya daha sahip çıkıyor çünkü tiyatronun yaşamları için bir can simidi olduğunun farkına vardı insanlar.

 

'Tek seyirciye bile perde açtım'

 

- Her olayda sanatın perdeleri kapanıyor, halbuki sanat susmamalı. Siz perdenizi hep açık tutuyorsunuz. Neden?

Terörün istediği insanları eve kapatmak, yaşamdan koparmak ve kaos ortamında ülkeyi parçalamak. ‘Hamlet’te bunu anlatıyor. Hamlet intikam hırsıyla yaşamını sürüklerken ülkesinde darbe oluyor. Yabancı ordular ülkeyi işgal ediyor piyesin sonunda. ‘Hamlet’ bunu anlatıyor. Terör yaşamı durduracağı, giderek yazmayı, çizmeyi düşünmeyi engelleyeceği için herkesin kendi işinde inat etmesi gerekiyor. İnsanların ümitsizliğe kapılmamalarını istediğim için direnirim. Ankara patlaması sonrası oynadım. Çok az insan geldi. Zarar ettim ama oynadım. Ben oynanması gerektiğini düşünüyorum. Tek seyirciye bile perde açtım.

- Nasıl? Anlatır mısınız?

Kenan Evren darbesi öncesi ortalık karışmış. “Yedi Deliler” oyunu. Kuliste giyinmiş 12 kişi bekliyoruz. Müdüriyetten geldiler, “Bir izleyici var” dediler. Oynadık. Bir kişi önde, adam oyun başladıktan sonra 15-20 dakika sonra uyudu. Biz oynamaya devam ettik. Oyun bitti, adam uyuyor, hâlâ. Sahneden indik, sorduk adama. “Beğendiniz mi, nereden geldiniz” diye sorduk. “Beğendim, ben gideyim. Belediye otobüsünün şoförüyüm. Kar yağıyor, üşüdüm onun için içeri girdim” dedi. Belediye izleyicilerimiz için servis, otobüs gönderiyordu. O otobüsün şoförüymüş.

- Rol neyin rolünü yapmaz?

Biz oyuncular bize verilen rolleri sınıflandırırız. Rol vardır adamı sırtına alır taşır, çok iyi yazılmıştır. Rol vardır oyuncu sırtına alır taşır, tekst zayıftır oyuncu çaba verir. Rol vardır oyuncuyla el ele tutuşur huzurlu bir biçimde oyunun içinden geçer. Bu roller, rol paylaşma meselesi herkes için geçerli. Seyirci bunun için geliyor tiyatroya çünkü senin de sırtına bir rol modeli giydiriliyor. Sen dünyaya geldiğin andan itibaren sistem dünyanın her ülkesinde sana “Yapma! farklı düşünme, icat çıkarma, el âlem ne der” diye diye senin içindeki yaratıcı yanı yok ediyor ve ömür boyu taşımak zorunda kalıyorsun sırtındaki o ödünç yaşam hırkasını.

- O zaman sistem giydiriyor, sanat soyuyor diyebilir miyiz? Sanat bizi ruhi anlamda çıplak kılmak için de vardır değil mi?

Tabii ki giydiriyorlar sana ama sanat da bunun için var; “çıkarayım şunu da yardım edeyim”.

İlgili Haberler