Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu, seçim hükümetinde yer alan HDP’li vekiller Ali Haydar Konca ve Müslüm Doğan’ın istifasının “taktiksel” olduğunu, ancak bunun “ilkesel” olarak gösterilmeye çalışıldığını savundu. "28 Şubat tarihli Dolmabahçe mutabakatı, Erdoğan tarafından daha 3 Mart tarihinde reddedildiğine ve bölgede çatışmalar seçim hükümetinden önce başladığına göre, hükümette görev almayı neden kabul ettiler" sorusunu yönelten Bayramoğlu, “HDP'nin kimi taktik hamlelerini, kamuoyu oluşturma çabalarını, ilke ve ilkesel siyaset olarak lanse etmesinin tadı iyice kaçtı” görüşünü dile getirdi.
Ali Bayramoğlu’nun Yeni Şafak gazetesinde “İstifaların iç yüzü...” başlığıyla yayımlanan (24 Eylül 2015) yazısı şöyle:
Bayramın ilk günü haberler daha iyi gelsin ister insan.
Temenni eder, ölümler bitse, örgüt ateşkes ilan etse...
Geçtiğimiz günlerde de yazdım, beklentim, her şeye rağmen, bu yönde. Örgüt bir noktada ateşkes ilan edecektir. Edecektir zira, silahla götürdüğü güç siyaseti yanında, parlamenter siyaset imkanlarını elden bırakmak istemeyecektir. Aksi takdirde hem elindeki bir aracı sakatlayacak, hem Türk siyasal sistemini şiddet ve terör yoluyla bloke ederek ağır bir sorumluluğun altında kalacaktır.
Gazeteler Zübeyir Aydar, Murat Karayılan gibi isimlerin taleplerini yansıtsa da, bu, şimdilik varsayımdan öte bir durum değil.
HDP'li bakanların istifasını, biraz bu nedenle çatışma alevlenmesinin işareti olarak ele almamakta fayda var.
Bu istifalar, yazılı istifa metni ve bu metnin yapısı, içeriği göz önüne alındığında merkezi bir kararın sonucu olarak görülüyor.
Bu istifaların anlamı seçim kampanyasına dair kamuoyuna verilen ilk ipucu, arzu edilen siyasi iklim pekişmesine dair bir hamledir.
İstifa kararında üç unsur öne çıkıyor...
1. Yaşanan çatışmanın tüm faturasını, savaşı keyfi bir iktidar kararı olarak tanımlayıp, AK Parti'ye, özellikle Tayyip Erdoğan'a çıkarmak,
2. Haziran seçimlerinde olduğu gibi Kasım seçim kampanyasını çatışmacı bir dille Erdoğan karşıtlığı üzerine kurmak,
3. Bunların gereği olarak AK Parti'yle her tür temas ve işbirliğinden uzak durmak.
HDP'liler, bu istikamette kurdukları keskin denklemi o denli ileri götürmüş durumdalar ki, zorunlu seçim hükümetini “bir savaş hükümeti” olarak tanımlamak, bunu istifa gerekçesi olarak göstermek gibi zamanlama, durum, hükümet yapısı açısından tümüyle tutarsız unsurlara dayanabiliyorlar.
Bakanların istifa metninde yer alan şu cümleleri birlikte okuyalım:
“Dolmabahçe Mutabakatı ile aralanan barış kapısı, Saray'ın ve AKP'nin iktidar hesaplarıyla tamamen kapatılmış, Kürt illeri başta olmak üzere tüm Türkiye adeta bir cehennem yerine pervasızca çevrilmiştir. Ülkemiz ve halklarımız polis, asker, gerilla, sivil, kadın, genç, çocuk, yaşlı ayrımı yapmaksızın her gün onlarca yurttaşımızın yaşamını yitirdiği kanlı bir girdaba Saray ve AKP eliyle itilmiştir...”
HDP'nin varlığını, önemini her zaman teslim ederim. Bu siyasi partinin önündeki engellerin kaldırılmasını, siyasi hareket alanın genişlemesini her zaman savundum. Ancak açıktır ki, bugün geldikleri nokta kurucu ve yapıcı siyaset anlayışının tümüyle dışındadır. İleri sürdükleri mantık önemli ölçüde gerçeklerden kopuktur.
HDP'li bakanlar madem böyle düşündükleri için istifa ediyorlar, 28 Şubat tarihli Dolmabahçe mutabakatı, Erdoğan tarafından daha 3 Mart tarihinde reddedildiğine ve bölgede çatışmalar seçim hükümetinden önce başladığına göre, hükümette görev almayı neden kabul ettiler? Görev almayı kabul etmeyen Levent Tüzel neden milletvekili listelerine konulmadı?
HDP'nin kimi taktik hamlelerini, kamuoyu oluşturma çabalarını, ilke ve ilkesel siyaset olarak lanse etmesinin tadı iyice kaçtı.
Hükümet Mart ayından bu yana, “Dolmabahçe mutabakatı diye bir şey olmadı. Orada iki niyet metni okundu. HDP'nin okuduğu görüşmeler sırasında ele alınmasını istedikleri konuların telaffuzuyla sınırlıydı. Bunların telaffuz edilmesi konusunda mutabakat vardı” diyor. Kürt hareketi ısrarla bunun bir mutabakat olduğunu söylüyor, kamuoyuna bu istikamette siyaset yapıyor.
Çözüm sürecinin bitmesini, siyaset kapısının kapanmasını, (AK Parti ve cumhurbaşkanının bu konudaki sorumluluğunu hiç unutmadan söylüyorum) tek faktöre, tek aktöre bağlayan cepheci, mücadeleci mantıksızlık hükümran gibi ortalarda dolaşıyor.
Kürt Hareketi devrimci halk savaşına karar veriyor. Suruç saldırısını AK Parti'ye yıkıp eylemlere başlıyor. PKK, elemanları ve milisleriyle kitlelerinin iç içe geçtiği şehir çatışmalarıyla “özerklik” arayışına giriyor. Bunu Cizre gibi kimi ilçelerde başlatıyor.
Buna karşı, her devletin, her hukuk devletinin alacağı ve almak zorunda olduğu kaçınılmaz tedbirler, keyfi bir hamle gibi ele alınıyor, Erdoğan'ın iktidarını güçlendirme arayışı olarak tanımlanıyor. Aşırılıklar dışında güvenlik tedbirlerinin varlığı kendi başına bir abluka olarak ele alınıyor. AK Parti karşıtı olan, ona ve Erdoğan'a karşı her şeye inanmaya hazır kitlelere bunlar aktarılıyor. Sol, kendisine bunları taşıma, siyasallaştırma işlevi biçiyor.
Velhasıl bir silah, bir savaş, bir öldürme tarzı doğrulanıyor...
Buna demokrasi ve siyaset, tedbire katliam ve vahşet deniliyor.
Bu günlerin yakında geride kalması dileğiyle iyi bayramlar...