Politika

Ali Bayramoğlu: Bir cumhurbaşkanının parti listesi belirlemesi pek görülmedi, bu tür sorunlar büyür ve ülkenin başına çorap örer!

"AK Parti yükselme trendini yitirdi, iniş trendine girdi bence"

23 Eylül 2015 16:43

Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu, "Bir cumhurbaşkanının bir siyasi partinin merkez yönetim kurulu listesini belirlemesi pek görülmüş bir durum değildir" diyerek, "bu tür sorunların ileride büyüyüp ülkenin başına çorap öreceğini" söyledi. 

Bayramoğlu, verdiği söyleşide AKP’nin “sosyolojik ve ekonomik eşitlenme politikaları ve siyasi irade ile liderin özdeş olduğu bir yönetim tarzı” benimsediğini ve Tayyip Erdoğan’ın bunu meydan okumalarıyla, aldığı risklerle, toplumu seferber etme kabiliyetiyle kendi tarzıyla başardığını belirtti. “Dün iradeyi temsil eden bu siyaset modelinin, bugün keyfiliğe, sertliğe kapı açtığını” savunan Bayramoğlu, bu tarzın aynı zamanda otoriter olduğunu da söyledi.

AKP Kongresi'yle ilgili olarak Al Jazeera muhabiri Başak Çubukçu’ya konuşan Bayramoğlu, “AK Parti’nin yükselme trendini yitirerek, iniş trendine girdiğini” belirtti. Ahmet Davutoğlu’nun, parti içerisinde alan genişletme çabasında olduğunu ve bunun sonucu olarak da Binali Yıldırım gibi Erdoğan’a yakın isimlere MKYK listesinde yer vermediğini söyleyen Ali Bayramoğlu, "Bunun üzerine parti içinde mesafe koyduğu siyasetçiler Davutoğlu’na tepki verdiler, Erdoğan’ı işe el koyması için 'oyuna' davet ettiler. Hem bu vesileyle hem partide kontrolü elden bırakmamak niyetiyle Erdoğan listeye baştan aşağı belirleyecek oranda müdahale etti” dedi.

Kongre'de Binali Yıldırım için 1450 toplam delegenin 920’sinin imza verdiğini hatırlatan Bayramoğlu, “Davutoğlu’nun yanlış siyaset izlediğini” söyledi. Bayramoğlu “Erdoğan gibi müdahale gücü ve niyeti olan bir aktör karşısında, “kaybetmenin hem göze alınamadığı ama hem kesin olduğu bir durum”a doğru adım atmak doğru değildi” ifadelerini kullandı.

Al Jazeera'de yayımlanan söyleşi şöyle:

AK Parti kongresinde gördüğünüz tablo neydi?

İki büyük ve farklı resim var kongreden çıkan. İlki AK Parti’yle ilgili, ikincisi Türk siyasal sistemiyle... İlkinden başlayayım. AK Parti’de bugüne kadar gerçekleşen kongreler, tek liderle girilen, farklı liste tartışmaları olmayan, farklı eğilimlere rağmen tek yapıştırıcının aldığı tek kararla hareket edilen kongrelerdi. Bu kez parti içinde Erdoğan’ın yokluğu ya da ‘dışarıdan varlığı’ çerçevesinde bir ilk yaşandı. Doğal olarak eskiye oranla farklı siyasi eğilimler ve bunların ürettiği durumlar daha belirgindi. Bu açıdan iki gözlemim oldu. İlk gözlem Davutoğlu’nun kendi alanını genişletme, güçlendirme çabasıydı. Bu çabanın doğrudan Erdoğan’ı hedef alan, onunla çatışmayı, itişmeyi göze alan bir niyet üzerine oturduğu söylenemez. Ama alan genişletme söz konusuyla sonuç biraz da budur, alan Erdoğan’a karşı genişler. İkinci gözlemim şöyle: Bu alan genişletme çabasının bir sonucu da Davutoğlu’nun partinin kimi yerleşik güçlerini liste dışı bırakma hamlesiydi. İçeriden gelen bilgiler doğruysa, Davutoğlu’dan Erdoğan’a ulaşan MKYK listesi 50 yerine, seçenekli 100 kişilik bir listeydi, ancak bu listede Erdoğan’ın tercih ettiği, buna karşılık Davutoğlu’nun mesafe koymak istediği Binali Yıldırım gibi isimler örneğin yoktu. Bunun üzerine parti içinde mesafe koyduğu siyasetçiler Davutoğlu’na tepki verdiler, Erdoğan’ı işe el koyması için “oyuna” davet ettiler. Hem bu vesileyle hem partide kontrolü elden bırakmamak niyetiyle Erdoğan listeye baştan aşağı belirleyecek oranda müdahale etti. Tayyip Erdoğan’ın parti içindeki gücü bir kez daha bu kongreyle görülmüş oldu.

Davutoğlu bu listeyi hazırlarken Erdoğan’ın müdahalesiyle karşılaşacağını tahmin etmedi mi?

Bu önemli bir soru. Ben yanlış siyaset izlediğini düşünüyorum. Erdoğan gibi müdahale gücü ve niyeti olan bir aktör karşısında, “kaybetmenin hem göze alınamadığı ama hem kesin olduğu bir durum”a doğru adım atmak doğru değildi. Ama Davutoğlu farklı davranması halinde tam teslim olacağını, bu tür hamle yapmanın ise fayda getirebileceğini düşünmüş olabilir. “Tayyip Erdoğan’ın telkin edeceği listeyi hiç öneri getirmeden kabul edersem, özerk alanımı tam teslim etmiş olurum” varsayımından hareket etmiş olabilir.

Davutoğlu'nun kendi belirlediği listeyle Erdoğan’ın karşısına çıkmasının altında bir mesaj var mı?

İstifayı kastediyorsanız, hayır. Sonunda Erdoğan’ın belirlediği listeyi kabul etti. Davutoğlu listesinde ısrar etseydi, Erdoğan destekli Binali Yıldırım’ınki ve Davutoğlu’nunki olmak üzere iki liste yarışacaktı. İkinci bir listenin varlığı Davutoğlu’nun ya yarıştan çekilmesi ya da kaybetmesi sonucuna yol açacaktı. Yıldırım için 1450 toplam delegenin 920’sinin imza verdiğini unutmayalım. Davutoğlu geri adım attığına göre, ‘öyleyse ben yokum’ demediğine göre ilk listeyi verirken de istifayı düşünmüyordu, kendi tarzı bir uzlaşma arıyordu diyebiliriz.

 

‘Davutoğlu, dört büyük savaşı kaybetti’

 

İkili arasında bu ilk değil…

Bu bir tür karşılaşmaydı. Bunlar daha önce de oldu. Cumhurbaşkanlığı seçilmesinden sonra Erdoğan “ben hem devlet, hem hükümet, hem parti için buradayım”  mesajlarını çok güçlü verdi. Kamuoyunun önünde hükümete yönelik sert eleştiriler yöneltti. Hükümete karşı adeta siyaset yaptı. Yapmayabilirdi bunu. Ama yapmasının nedeni, duruşunu dosta düşmana gösterme ve bir güç politikasıydı. Dikkat edin, hepsinde Davutoğlu kaybetti. Hakan Fidan, İzleme Komitesi, Şeffaflaşma Yasası ve Dolmabahçe Mutabakatı... Hepsinde Erdoğan itiraz etti ve ne dediyse, o oldu.

AK Parti kongresinin Türk siyasi sistemi açısından sonucu var demiştiniz, işin o yönüne nasıl bakıyorsunuz?

İşin o yönü ilk kez bir cumhurbaşkanının bir siyasi parti kongresinde bu etkili ve görünür olmasıdır. Bir süredir cumhurbaşkanının yürütmeye müdahalesi ve tarafsızlığı tartışılıyor. Erdoğan’ın seçim meydanlarına çıkması ve taraf alması en ciddi eleştiri konusuydu ve bence ciddi anayasa ihlali görüntüsüydü. Şimdi bunlara daha ileri bir tartışma konusu eklendi. Bir cumhurbaşkanının bir siyasi partinin merkez yönetim kurulu listesini belirlemesi pek görülmüş bir durum değildir, anayasayla uyumlu bir durum hiç değildir. Türkiye bunu normal kabul eder noktaya geldi ama, bu tür sorunlar ileride büyür ve ülkenin başına çorap örer. Bu, bir bardağa su dolması gibidir. Yorum ve keyfilik arasındaki çizgiyi iyi çekmek gerekir. Bir anayasal durum vardır. O bir koddur ve ona göre davranmanız gerekir. Meşruiyetin kaynağı hukuk kadar sosyolojiden, seçimden geliyorsa, mesele hukukla sosyolojiyi tokuşturmadan yani 'sosyoloji bunu diyor, hukuku da bildiğim gibi uygularım demeden” ya anayasal değişiklikle ya da kısmi meşru yorumlarla ikisini uyumlu hale getirmektir.. Cumhurbaşkanı halk tarafından seçildiği için eskiye oranla daha yüksek bir meşruiyeti vardır ve Anayasa'daki kimi yetki ve sahaları daha etkin ve aktif kullanabilir. Bunlara anayasa ihlali dememek lazım. Ama keyfilik başka bir şey, örneğin cumhurbaşkanı ben partili cumhurbaşkanıyım diyemez, anayasada hüküm açık, cumhurbaşkanın işlevi partisel siyasi ilişkilerin dışında tanzim edilmiş, ama böyle der ve böyle davranırsa yorum sınırı aşılır ve keyfiliğe girilir. Cumhurbaşkanın bir partinin yönetim listesine müdahale etmesi bardağın dolma seviyesinin arttığını gösterir.

Taşırır mı?

Taşırabilir. Yorumdan ve esneklikten keyfiliğe geçiş bir, iki olay dışında sistematik olursa, sistematik keyfi bir rejime gidebilirsiniz. Bu, İslami kesimde sorulara yol açabilir ki, zaman zaman açabiliyor. Bu, devlet içinde sorunlara yol açabilir. Bu, büyük krizle karşı karşıya kalmak demektir. Hukukun da bir değiştirilme yöntemi, kuralı ve sınırları vardır. Sosyolojiyle hukuku tokuştursanız iki yumurtayı da kırarsınız.

AKP nasıl bir gelecek vaat ediyor Türkiye siyasetinde?

AK Parti yükselme trendini yitirdi, iniş trendine girdi bence. Gerek Türkiye'deki siyasi iklim gerekse AK Parti’nin politikalarında yaşanan dönüşüm ve değişimlere, daha reformcu ve özgürlükçü bir dilden daha otoriter, en azından daha çoğunlukçu bir üsluba geçmesi, kendi içindeki yaşadığı geçiş sorunları, anayasa ihlal ve iktidarın kişiselleşmesi tartışmaları, bölge siyasal, dünyanın ekonomik konjonktürü bunun ana nedenleri arasında. AK Parti bugünkü dili ve simgeledikleriyle yarına yönelik demokratik değişim umutlarını temsil etmiyor. Toplumsal enerjiyi siyasetin içine hapseden, siyaseti de bir siyasi parti dinamiklerine mahkum eden görüntüsü, hiç kimse tarafından yadsıyamaz... Bunun bir tercümesi de karizmatik lider meselesidir, karizmatik liderin bir kriz unsuruna dönüşmesiyle ilgilidir. Karizmatik liderimiz çok oldu. Ecevit, Özal, Menderes, Demirel... Ama Erdoğan dışında hiç bir karizmatik liderin varlığı, şahsi politik duruşu ve bakışı hiçbir bir partinin öyküsünü ve o partiye bağlı olarak Türkiye’nin siyasi hikayesini bu denli etkilemedi. Bu sefer çok güçlü etkiliyor. Karizmatik lider krizinin yarattığı durum ile AK Parti’nin yaşadığı siyasi kırılmalar arasında da yakın bir ilişki olduğu unutmamak gerekir. Tayyip Erdoğan niyet ve gelecek beklentilerine bakınca, karşısında parti içi ve dışı bir rakip olmadığını dikkate alınca, bu durum devam etmesi kaçınılmazdır. Ancak dengeler böyle kalırsa, devam sarsıntılı olacaktır. AK Parti oy ve güç kaybederek devam edecektir. Önümüzdeki seçimleri tek başına iktidar olma ihtimali, bu genel gidişi değiştirmez. Dengeler böyle kalırsa, AK Parti’de yaşanacak krizler ya da her türlü anayasal kriz, Türkiye’nin ciddi krizlerine dönüşür. Nasıl güzel, lezzetli, tatlı bir yükselme dönemi yaşadıysak bir o kadar da istikrarsız, sarsıntılı bir iniş dönemi yaşarız. Bu iyi bir resim değil. Bunun engellenmenin önkoşulu, somut siyasi meselelerde reformculuğa dönüş kadar, siyaset tarzı ve siyasi ilişkiler bakımından AK Parti’nin ve Tayyip Erdoğan’ın legalist bir çizgiye veri almasıdır.

Davutoğlu’na alan açılmasından bahsediyorsunuz. Yetkinin Davutoğlu’nda olmadığını mı söylüyorsunuz?

Yetki Davutoğlu’nda da, o yetkiyi kullanmasına müdahale edilmesinden, kimi konularda izine tabi olmasından bahsediyorum. Siyasi alanı onun denetlemesinden ya da siyasi alanda onun hükmünün daha çok olmasından söz ediyorum.

 

'AK Parti’den umudu kesmedim…'

 

AK Parti’yi oluşturan da Erdoğan, ama bu noktaya getiren de Erdoğan diyorsunuz?

Büyük pay onda. Ama hiç bir şey tek kişiye endekslenemez. AK Parti iktidarı büyük bir iç dinamikler öyküsüdür. Çıkış dönemi esas olarak sistemin dışında bırakılan bir toplumsal kesimi alıp içerideki toplumsal kesimin yanına koyabilme mücadelesi ve başarısıdır.  Bunun da büyük lideri var. Tayyip Erdoğan. O olmasaydı bu kadar kolay ve rahat yol alınamayabilirdi. Yine de başarı tek kişiye indirgenemez çünkü AK Parti'nin yükselme dönemi her zaman sosyolojinin siyaseti yönetmesi dönemidir aynı zamanda. Orada lideri kuşatan sosyolojidir. Erdoğan o gerekler içinde demokrat adımlar, meydan okuma siyaseti yürüttü. Bugün ise siyaset sosyolojiyi kendi avucunun içine almış durumda. Bugün, siyaset ve siyasetçi toplumun talepleriyle ne kadar uyumlu olduğu tartışmalı. Kendi başını öne çıkaran yol izliyor. İniş ve çıkış arasında büyük fark var. Ama AK Parti’den umudu kesmiş değilim. Bir kere hala alternatifi yok. Ayrıca bazı tematik ya da kritik konularda atılacak adımlar dün olduğu gibi yarın da durumu değiştirebilir. Mesela Kürt meselesi... Bir noktada siyasete dönülecekse -ki bu kaçınılmazdır- bunu da AK Parti ve onun lideri Tayyip Erdoğan yapmak durumundaysa hâlâ bu ikilinin uçağın istikametini değiştirme gücü var demektir.

Pekiyi böyle etkenler altında, yani doku uyuşmazlığının görüldüğü, listelerin çatıştığı bir AK Parti 1 Kasım’da hem teşkilata hem de seçmene nasıl görüntü sunuyor? Nasıl tezahür eder?

Tayyip Erdoğan’ın siyasi parti içindeki hükümranlığı, bu tarzı nasıl etkileyeceğini şu aşamada teşkilatları, AK Parti’ye oy veren iç çekirdeği etkilemez.

 

'Erdoğan’ın modeli ataerkil siyaset'

 

Siyasetin dili nasıl şekillenir?

AK Parti iki politika ve bunları kuşatan temel siyaset anlayışıyla, üç boyutla tanımlanabilir. Bunlar, sosyolojik ve ekonomik eşitlenme politikaları ve siyasi irade ile liderin özdeş olduğu bir yönetim tarzıdır. AK Parti’nin doğal lideri hala Erdoğan. O güçlü lider karşısındaki kayaları kırarken, statükoyla kavga ederken, bunu meydan okumalarıyla, aldığı risklerle, toplumu seferber etme kabiliyetiyle kendi tarzıyla başardı, Batı tarzıyla değil.  Bunun adını da koyalım. Bu, kişi üzerine yerleşik oturmuş ataerkil bir siyaset tarzıdır. Bu tarz, 2003-2010 arası olduğu gibi siyasi iradenin siyasi alanı genişletme gücünden ibaret değildir. Aynı zamanda otoriterdir. Talepten hoşlanmaz, takdir eder. Ne vereceğini kendi değer sistemine göre belirler ve gerekirse toplumla çatışmaktan kaçınmaz. Talepleri iyi ve kötü olarak ayırma eğilimi çok yüksektir. Aslında Tayyip Erdoğan dün nasıl davrandıysa bugün de öyle davranıyor. Ancak Türkiye değişti, eski rejim yıkıldı, kimi toplumsal talepler AK Parti’yle çatışır hale geldi ve Erdoğan artık cumhurbaşkanı. Dün iradeyi temsil eden bu siyaset modeli, bugün keyfiliğe, sertliğe kapı açıyor. Nitekim bugün, az önce vurguladığım üç boyutun üçüncüsü içinde yüzüyoruz. İlk iki boyutu unutuyoruz ama halk unutmuyor. Yüzde 40 oy oradan geliyor. Üzüldüğüm nokta şu, AK Parti politikalarında ilk aşama sosyolojik eşitlenmeydi. İkinci aşama eşitlenen yapılar arasında kesimler arasında köprü kurabilmek, yeni bir dokuyu inşa etmek. Bir kesim arasındaki insanların ilişkilerini normalleştirmek, tabiileştirmekti...

Yapabildi mi?

Beceremedi. Bu üzücü. Muhalefet de AK Parti kadar hatalı. Bir iniş dönemine gireceksek bu eşitlenmenin tortuları, sarsıntıları belki geriye gidişleri birlikte yaşayacağız. Ve birlikte yaşam inşası çok uzun süre için ertelenmiş olacak. Tek umut nedir? Daha evvel dediğim gibi daha liberal eğilimin, daha topluma kulak veren eğilimin, daha kurumsal zekânın devreye girmesi...


Röportajın tamamını okumak için tıklayın.