Kültür-Sanat

Aleksandır Rahbari: Bestecilerinize sahip çıkın

İranlı Şef Aleksandır Rahbari,"Saygun tüm dünyada tanınmıyorsa, bunun sorumluluğu Kültür Bakanlığı ve elçiliklerinizindir”dedi.

11 Ekim 2010 03:00

T24 -  İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nın İranlı Şefi Aleksandır Rahbari, 47. Altın Portakal Film Festivali ile bazıları tarafından hatalı bulunan, bazıları tarafından da desteklenen Kültür ve Turizm Bakanlığı'nı eleştirerek, “Klasik İran müziği çok önemli, büyük bir müzik. Klasik Batı müziği de çalınıyor. Ama müziğe, müzikçilere para yok. Önemli besteciler de var, ama bir Saygun yok, Saygun bir deha. Saygun tüm dünyada tanınmıyorsa, bunun sorumluluğu Kültür Bakanlığı ve elçiliklerinizindir” dedi.


Cumhuriyet gazetesinden Egemen Berköz'ün haberi şöyle:

“Saygun, Tüzün, Rey, Erkin... Başkaları da var. Hepsi çok iyi, uluslararası düzeyde. Dünyadaki klasik müzik dinleyicileri onların değerli yapıtlarını tanımalı. Türkiye bestecilerini dünyaya sunmalı. Çok değerli besteciler var Türkiye’de.”

Son iki yılın “zorunlu göçebe”si İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nın (İDSO) sürekli izleyicilerinin çok sevdiği bir şefi var. Hangisine sorsanız orkestranın bu şefin yönetiminde bir başka çaldığını söyler. Ben de katılıyorum bu görüşe. Sanki elindeki şef değneği sihirlidir Rahbari’nin. Evet, söz ettiğim bu şef gerçek adıyla Ali, dünyada tanındığı adıyla Alexander Rahbari. İranlı, ama çok uzun süredir ülkesinin dışında, Avrupa’da yaşıyor ve dünyanın dört bir yanında konser yönetiyor.

Nicedir kendisiyle bir söyleşi yapmak istiyordum. Bu isteğimi geçen konser mevsiminin sonunda, İDSO’yu yönettiği üst üste iki konserin arasında gerçekleştirebildim. Orkestranın Paşalimanı’nda, eski Tekel Deposu’ndaki yeni yönetim yerinde, şef odasında karşılıklı oturduğumuzda elimdeki kâğıtlarda tam on iki soru vardı. Ama ben sormaya başlamadan o konuşmaya başladı.



14 yıldır Türkiye'de

“On dört yıldır Türkiye’de konser yönetiyorum. Birçok Türk bestecisinin yapıtını çaldırdım. Saygun, Tüzün, Rey, Erkin.. başkaları da var. Hepsi çok iyi, uluslararası düzeyde yapıtlar. Bunların dünyada çalınmaması, tanınmaması çok yazık. Hem Türkiye açısından, hem dünya açısından. Dünyadaki klasik müzik dinleyicileri bu değerli yapıtları dinlemeli, tanımalı.”

O konuşurken, biz Türk izleyicileri kendi bestecilerimizi ne kadar dinliyoruz, tanıyoruz diye düşünüyorum ben.

“Türkiye’ye gelmeye başlamadan önce, 12 yıl Belçika’da Brüksel - BRT Filarmoni Orkestrası’nı yönettim. Bu süre içinde Belçikalı bestecilerin yapıtlarıyla uluslararası müzik pazarına on yoğunçalar (CD) yaptım. Bugüne kadar yaptığım yoğunçalarların sayısı 200’ü geçer. Hepsi tüm dünyada satılıyor. Ama, bir tek Türk müziği yoğunçaları yok içlerinde. Bir tek Türk bestecisi yok. Neden olmasın? Türkiye mutlaka uluslararası alanda bir şeyler yapmalı, sahip olduklarını dünyaya sunmalı. Çünkü kalite var. Çok değerli besteciler var Türkiye’de. Örneğin, Saygun.”

Bir konserden sonra, sahneden izleyicilere Saygun’un çok önemli bir besteci olduğunu söylemişti, onu anımsıyorum. O konuşmayı sürdürüyor.



Rey'in keman konçertosu

“Türk orkestraları her yıl Avrupa’da, dünyada turne yapmalı, kendi bestecilerinin yapıtlarını çalmalı. Ama bu politik bir karardır elbet. Kültür Bakanlığı bunu bir politika olarak ele alacak, benimseyecek ve para verecek ki bu turneler, yoğunçalarlar yapılabilsin.”

Araya girip Cemal Reşit Rey’in önceki hafta çaldırdığı “Güneş Manzaraları” adlı süiti ile ertesi gün çalacakları Keman Konçertosu’nu soruyorum.

“Keman Konçertosu çok güçlü, ama zor bir yapıt. Oturması, biçemini bulması için çok çalınmalı, büyük kemancılarca yorumlanmalı. Örnek olarak, Şostakoviç’in Keman Konçertosu’nu alalım. Ancak çok çok çalındıktan sonra benimsendi, konser izlencelerinde sık sık yer bulmaya başladı.”



‘Güneş manzaraları'

Ben aklımdan Rey’in konçertosunun Rahbari’nin yönettiği çalınışının yalnızca ikinci çalınışı olduğunu ve ilk kez, bestelenişinden 67 yıl sonra, 2006’da çalındığını geçirirken o sözü “Güneş Manzaraları”na getiriyor.

“Geçen hafta çaldığımız yapıtı da çok iyiydi Rey’in. Bir Stravinski, bir Richard Strauss yapıtı gibi ele aldım, üzerinde çalıştım ve öyle yorumladık.”

Rey’in bu yapıtının da bestelenişinden tam 79 yıl sonra ilk kez çalınabildiğini düşünüyor, ama bunları Rahbari’ye söylemiyorum. Onun yerine, Türkiye’de yalnızca İDSO’yu mu yönettiğini soruyorum.

“Hayır, geçmiş yıllarda başka orkestraları da yönettim, ama şimdi yalnız İDSO’ya zaman ayırabiliyorum” diyor. “Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, Bursa Devlet Senfoni Orkestrası, CRR Senfoni Orkestrası” diye sayıyor sonra.

“14 yıldır İDSO’yu bırakmamanızın bir gizi olmalı” diyorum. “Bu, herhalde para değildir.”

Gülüyor. “İspanya’da, örneğin,” diyor, “bir konser yönetmenin fiyatı buradakinin beş katı. Ama bu orkestra benim ailem gibi oldu. Çok dost edindim. Dünyada 120’den çok orkestra yönettim, ama yalnızca İstanbul’da özel ilişkilerim, dostluklarım var.”

Duruyor, derin bir soluk alıyor, sonra konuşmayı sürdürüyor: “Bu orkestranın üyelerinin büyük çoğunluğu çok nitelikli. Ama yine de iş zor. Çünkü burada insanlar disipline zor uyuyor. Bu disiplin çalışma saatlerine, sürelerine uyma, çalışma disiplini değil; müziğin çalınışındaki disiplin. Bu nedenle her konsere çok sıkı çalışmamız gerekiyor. Ama zevkle çalışıyorum, çünkü sonuç çok iyi oluyor.”



Dostluk ve başarılı sonuç

“Aslında, bütün orkestralarda müzikçilerin yüzde 10-20’si disiplinli bir yönetmen istemez. Konserden önce, provalarda kimse benimle çalışmaktan hoşnut değildir. Ama yalnızca pazartesi, salı günleri. Orkestra iyi çalmaya başlayınca, hele de konserden sonra herkes mutludur. Bu nedenle Türkiye’yi seviyorum. Bunun temel nedeni dostluk ve başarılı sonuç ki bu kolay değil.”

“Bıraktığım orkestralar oldu, ama İstanbul’da iyi yürüyor. Özellikle son beş yıl çok iyi geçti. Sonucun iyi olması, iyi çalmamız doyum sağlıyor.”

Öteden beri merak ettiğim bir konuya getiriyorum sözü.

“İranlı birçok sinema yönetmenini tanıyoruz, ama tanıdığımız bir müzikçi yok. İran’da çoksesli müzik ya da klasik Batı müziği ne durumda, önemli besteciler var mı?” diye soruyorum.



‘Saygun bir deha’

“Klasik İran müziği çok önemli, büyük bir müzik. Klasik Batı müziği de çalınıyor. Konserler oluyor. Üç dört orkestra var. Ama müziğe, müzikçilere para yok. Operaevi de var ama opera yok, aynı nedenle” diyor. Sonra ekliyor:

“Önemli besteciler de var, ama bir Saygun yok. Saygun bir deha. Ama değerini kimse anlamıyor. Türkiye’de bile. Saygun tüm dünyada tanınmıyorsa bunun sorumluluğu Kültür Bakanlığı’nın ve elçiliklerinizindir. Onlar da Saygun’un değerini anlamıyorlar. Oysa Rusya için Stravinski, Macaristan için Bartok neyse, Türkiye için de Saygun odur. 20-30 yıl sonra Saygun’un dünyada hakkı olan yerde olacağına inanıyorum. Üstelik Erkin, Tüzün, Rey ve diğerleri de var Türkiye’de Tanrıya şükür.”



‘Özsoy’ ve ‘Şehname’

Bu söyleşi öncesinde internette araştırma yaparken ilk İran operasının Tahran Operaevi’nin beş yıl önceki açılışı için Ahmed Pejman tarafından bestelendiğini okumuştum. Bunu kendisine söylediğimde Pajman’la Viyana’da birlikte okuduklarını, arkadaşı olduğunu, pek çok yapıtını yönettiğini anlatıyor. “Hatta” diyor, “Beş yıl önce Tahran’da Beethoven’in 9. Senfoni’sini yönettiğim konsere de gelmişti.”

“Peki, ilk Türk operasının İran’la ilgisini biliyor musunuz?” diye soruyorum. Bilmiyormuş. Bunun üzerine Atatürk’ün İran Şahı’nın ziyareti için bir opera bestelenmesini istediğini, işin genç Adnan Saygun’a verildiğini, onun da kısa sürede ve yoğun bir çalışmayla “Özsoy” operasını bestelediğini anlatıyorum. Atatürk’ün belirlediği konusunun da İran destanı “Şehname”den alındığını ekliyorum. Çok hoşuna gidiyor bu bilgi Rahbari’nin, çok ilgisini çekiyor.

Konuyu kendisine getirmek için, çok genç yaşında Karajan’ın asistanlığını yaptığını anımsatıp Karajan’la çalışmanın nasıl olduğunu soruyorum. “Asistanı değildim, bir anlamda ikinci şeftim” diye yanıtlıyor. “Örneğin, 1980’de Salzburg Festivali’nde orkestrayı (Berlin Filarmoni) ben yönettim, hem de iki kez. Ama Karajan’dan da çok şey öğrendim, en başta nasıl kayıt yapılacağını” diye de ekliyor.

Sonra anlatıyor: Klasik İran müziği ile başlamış, ardından Batı müziğine geçmiş. Şefliğin yanı sıra beste de yapıyormuş.


Otellerde geçen yaşam
 

“Yaşamım, bütün uluslararası müzik insanları gibi havalimanı ve otellerde geçiyor. Birçok insan sıkılabilir bundan” diyor, “ama ben beste yapıyorum buralarda”.

Çok sayıda bestesi varmış. Örneğin, Shakespeare’in 154 sonesini lied olarak bestelemiş. Aslında orkestra şefi değil besteci olmak istiyormuş. 21 yaşında Viyana Müzik Akademisi’nde asistanken bir konserde kendi bestelerini çalan orkestrayı yönetmiş. Konseri izleyenler çok iyi yönettiğini söylemiş ve onu şefliğe yönlendirmişler.