Erol Önderoğlu (*)
Adalet Bakanı Abdulhamit Gül'ün son bir haftadır yaptığı özgürlükçü çıkışları, ekonomisiyle ve istikrarıyla tüm toplum olumsuz etkilendiğinden, iktidarın ideolojik rotasının daha emin şekilde uzatılabilmesine hizmet ediyor, konjonktüreldir.
Böyle olmasaydı, Gül'ün, idam cezası ve Anayasa Mahkemesi'nin yapısının değiştirilmesi gibi can alıcı, demokrasinin varlığıyla sıkı sıkıya bağlı meselelerde bu kadar gevşek tutum almazdı; temel özgürlüklere alerjisi olan bir figür olarak MHP lideri Devlet Bahçeli'nin değirmenine su taşımazdı.
8 Ekim'de Gül'ün, Anayasa Mahkemesi (AYM) için "Demokrasi ve hukukun üstünlüğüne kavuşmak içi her türlü değişiklik yapılabilir. Bunu yapacak olan da milletin seçtiği parlamentodur" dediğini, tesadüfi bir şekilde, uluslararası ifade ve gazetecilik örgütleri heyeti olarak AYM ile görüşmeden çıktığımız anda öğrendik.
Şaşkındık. Temel özgürlükler, yargı bağımsızlığı ve hukuk devletinde iktidara dair güvensizliği aşmak amacıyla kimi sivil toplum örgütlerine İnsan Hakları Eylem Planı tanıtılmamış mıydı? Daha Ekim 2019'da "AB istediği için değil, kendi yurttaşı hakkettiği için" Birinci Yargı Reformu yürürlüğe sokulmamış mıydı? Bakan Gül, idam pratiğine nasıl prim verebilir, AYM'yi bağımsızlığından edecek söylemlere nasıl tenezzül edebilirdi?
Zaten RSF, IPI ve HRW katılımcıları olarak tepkimizi, Adalet Bakanlığı İnsan Hakları Departmanı ile kararlaştırılmış bir sonraki görüşmede aynı gün yetkiliyle anında paylaştık. "Şok olduk" ve "Bahçeli'nin mesajının ardından yürütülen bu tartışmalardan temel özgürlüklere fayda çıkmaz" dedik.
Adalet bakanları böyle…
Adalet Bakanları'nın temel haklardan ziyade iktidar politikalarının izcisi olduğunu Bekir Bozdağ'ın aldığı tutumdan hatırlıyoruz. 2016'da Bozdağ, AYM'in MİT TIR'ları haberinden Cumhuriyet gazetesinden Can Dündar ve Erdem Gül'ün tutuklanmasının Anayasa'nın ihlali olduğuna ilişkin kararında Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı desteklemişti.
Eski Bakan Erdoğan'ın, "Bu olayın ifade özgürlüğüyle yakından uzaktan alakası yoktur" Anayasa Mahkemesi'nin verdiği karara sadece sessiz kalırım ama onu kabul etmek durumunda değilim. Verdiği karara uymuyorum, saygı da duymuyorum" şeklindeki sözlerini "bunu herkes gibi Sayın Cumhurbaşkanı'nın söylemesi kadar doğal bir şey olamaz" diyerek meşrulaştırıyordu.
AİHM'de az görülür mahkûmiyet
Türkiye'de 15 yıllık bitmek bilmez reformları, 10 Kasım'da, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) Türkiye aleyhinde verdiği en ağır "ifade özgürlüğü" mahkûmiyetiyle taçlandırdık (!).
AİHM, gazetenin o dönemki Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu ve Akın Atalay ile karikatürist Musa Kart dahil olmak üzere Önder Çelik, Mustafa Kemal Güngör, Hakan Karasinir, Güray Tekin Öz ve Bülent Utku'ya ayrı ayrı 16'şar bin Euro para cezası (yaklaşık 1 milyon 200 bin TL) ödenmesini kararlaştırdı.
Neden mi?
İktidarın, "FETÖ'nün işine yarıyor" dediği tüm konuları yasakladığı, kendi siyasi hakimiyetine yönelik bir tehdit olarak gördüğü, bu konuları gündeme getiren medya kuruluşlarını hedef aldığı günlerdi.
Cumhuriyet gazetesinin bu eski yönetici, yazar ve çalışanları 31 Ekim 2016'da gözaltına alınarak tutuklanmış, aylarca Silivri Cezaevi'nde tutulmuştu. Tüm demokratik kamuoyunun savunduğu gibi AİHM de "gazetecilik haklarının ihlal edildiği"ne, terör örgütlerinin şiddete ilişkin amaçlarını meşrulaştıracak herhangi bir içeriğe rastlanmadığı"na hükmetti.
Adalet bilgisi ideolojik saplantılarla zehirlendi
İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen ve bir gazetenin editoryal politikalarının sorgulandığı duruşmalar sonunda, Akın Atalay 8 yıl 1 ay 15 gün, Orhan Erinç 6 yıl 3 ay, Hikmet Çetinkaya 6 yıl 3 ay, Murat Sabuncu 7 yıl 6 ay, Bülent Utku 4 yıl 6 ay, Önder Çelik 3 yıl 9 ay, Musa Kart 3 yıl 9 ay, Hakan Karasinir 3 yıl 9 ay, Mustafa Kemal Güngör 3 yıl 9 ay, Güray Tekin Öz 3 yıl 9 ay, Aydın Engin 7 yıl 6 ay ve Ahmet Şık 7 yıl 6 ay hapis cezası almıştı.
Şimdi, Yargıtay 16. Ceza Dairesi'nin, ancak Kadri Gürsel'in hapis cezasını beraatla revize eden İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi'nin direnme kararını nasıl değerlendireceğini merak ediyoruz. O günleri yaşayanlar, Cumhuriyet davası sürecinin, bir iki hakim veya savcının hatalı inisiyatifinden kaynaklanmadığını gayet iyi biliyor. Gazetecilerin aylar boyu tutuklu kaldığı süreç, adalet bilgisinin ideolojik saplantılarla zehirlenen Sulh Ceza Hakimleri ve Ağır Ceza Mahkeme üyelerinin mağduriyetlere gözleri kapalı imza atmasıyla açıklanabilir. Dolayısıyla buna, özgürlükçü anlayışa geçişte yaşanabilecek bir güçlük olarak görevlerden değiliz.
Bunlar yaşanırken neredeydiniz?
Aynı süreçte, Gülen Cemaati'ne yakın medya kuruluşlarına çalışmış Murat Aksoy ve Atilla Taş gibi gazetecileri tahliye eden Ağır Ceza Mahkemesi heyetinin başına neler geldiğini biliyoruz. Darbeye girişimine dahil olmadığı pekala bilindiği halde gazeteci Ahmet Altan'ın önce ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm edilmesi, bu tutmayınca "örgüte yardım" iddiasıyla 10 yıl 6 ay gibi ağır bir cezaya çarptırılması, tahliye edildikten bir hafta sonra yeniden hapse gönderildiğini; Kürt veya sol medya kuruluşlarında çalışan onca gazetecinin, şiddetle bağlantısı olmayan yazı, haber ve görüşlerden keyfi şekilde tutuklandığı veya yargılandığını hep birlikte hatırlıyoruz.
Bu ve buna benzer onca adaletsizlik yaşanırken Adalet Bakanlığı'ndan özgürlükçü çıkış duymadık, olduysa da cılız olmalı ki bugün herhangi birini anımsayamıyoruz. Bakanlık veya üyelerinin eleştiriye bu kadar alerjisi varken başkalarının söz söyleme hakkı için kendisini parçalaması nasıl beklenir ki?
Eleştiriyi sevmeyen özgürlüğü nasıl tanır?
Cumhuriyet gazetesi eski muhabiri Canan Coşkun, "Yargıda tartışılan konut satışı" haberiyle, Yargıda Birlik Platformu üyelerinin de bulunduğu hakim ve savcıların, Emlak Konut GYO'nun Başakşehir'deki Ayazma Emlak Konut projesinden indirimli lüks konut almalarını duyurunca İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nde 12 bin 600 TL adli para cezasına çarptırıldı.
ABD'li Rahip Andrew Brunson'un müzakereler sonucu tahliye edilmesini "Rehine diplomasisi çökerken" başlıklı haberler işleyen Cumhuriyet gazetesi eski muhabirleri Alican Uludağ ve Duygu Güvenç, "Yargıyı alenen aşağıladığı" iddiasıyla yargılandıkları davadan beraat etti. Gelin görün ki, duruşma savcısı Ceza Kanunu'nun 301. Maddesinden iki yıl hapisle yargılanan yargılanmış gazetecilerin aklanmasını içine sindirememiş olacak ki, kararı temyiz etti. Gazetecilerin avukatı Buket Yazıcı, "Haberin yapılma amacı aşağılama değildir. Brunson'ın pazarlık unsuru olduğu konusu basında çokça yer almıştır. Aleni bir konudur. Beraat istiyoruz" dese de, mahkeme başkanını ikna eder duruşma savcısını edemez.
Adalet Bakanlığı: Bir yargılatma makinesi
Adalet Bakanlığı, gazetecilerin, aydınların ve yurttaşların yargılanmasında inisiyatif sahibiyken yargı camiasını eleştiriyi eleştiri olarak karşılamasını nasıl bekleyebiliriz ki? Son 10 yılda, Bakanlığın, "Cumhurbaşkanı'na hakaret" suçlamasıyla veya "Türk milletini ve devlet kurumlarını aşağılama" suçlamasıyla açılan soruşturmalarda sistematik şekilde yargılama izni verdiğini görüyoruz.
Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı seçildiği Ağustos 2014'ten bu yana yüzlerce gazetecinin bu iki maddeden yargılanmasında, en az 63'ünün "Cumhurbaşkanı'na hakaret"ten mahkûm edilmesinde Adalet Bakanlığı'nın rolü var.
Demokratik hukuk sitemi olmadan olmaz
İktidarın özgürlükleri hiçe sayan yaygın uygulamalarına sessiz kalarak, hatta ifade özgürlüğünün bastırılmasında etkin rol üstlenerek, sırf ekonomik göstergeleri iyileştirmek için, adaletin önemini gündeme getirmek hiç de inandırıcı gelmiyor. Cumhurbaşkanlık Hükümet Sistemi altında, siyasi partili Cumhurbaşkanı'nın talimatlarının demiri kestiği bir ortamda, Bakan Gül'ün "Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun" sözleri kulaklarda güzel çınlamanın ötesinde, gerçekçi bir zemini yok. İnandırıcılığı ise, yargı bağımsızlığına yaslanan demokratik hukuk sisteminin yeniden tesisiyle mümkün olabilir.
(*) Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) Türkiye Temsilcisi ve Bianet Medya Gözlem Raportörü