27 Kasım 2011 02:00
Böyle bir adam beklemiyordum.
Komplekssiz, rahat, çok direkt, lafı döndürüp dolandırmayan, düşünceli ve duyarlı bir adam çıktı
Abdullah Avcı.
Milli Takım’ın yeni teknik direktörü.
Haaa bir de eğlenceli...
Makyaj çantasını anlatırken, en çok o gülüyor.
Kendisiyle acayip dalga geçebiliyor.
Ben çok beğendim, insan olarak da, erkek olarak da.
Dişleri de şahane.
Süslü olduğunu da gizlemiyor.
Kıyafetlerine çok özen gösteriyor, modayı da acayip takip ediyor. Onunki kadar güzel çorapları kimsede görmedim.
Biz Marriot Otel’de buluştuk, ne zamanki babasıyla amcasının Kasımpaşa Kulaksız’da bir berber dükkanı olduğu öğrendim, ağzından girdim, burnundan çıktım, orada çekim yapmak için söz aldım.
Titiz Berber Muhsin Amca, 81 numara.
50 yıl öncesinin berber dükkanı.
Fırçalar, usturalar, Arko kremler, plastik çiçekler, saatli maarif takvimi, antika iki berber koltuk,
duvarda asılı termometre, transistorlu radyo, resmen tarihten bir yaprak gibi...
Orayı sevmemek mümkün değil.
Abdullah Avcı’nın babasıyla amcasını da...
Onu semtinde görünce, yetiştiği kültüre tanık olunca, daha da sevdim. Çok başarılı olmasını
diliyorum...
- Kasımpaşa’da büyümek nasıl bir şey?
- Kasımpaşa çok renkli bir yerdir. Birlik, beraberlik, dayanışma vardır. Hele bizim zamanımızda semt abilerden sorulurdu. Köşe başlarında oturur, muhabbet ederlerdi, semtin küçük çocuklarına sahip çıkarlardı. Bir İstanbul beyefendiliği vardı, Deniz Hastanesi’nin olduğu yerde paşalar yaşardı. Üniversite okumadık ama semt, bizim için üniversite gibiydi. Yürüyerek İstiklal’e çıkardık mesela, orada farklı bir kültür yaşardık. İstiklal’e çıkmaya, vitrin bakmaya çok meraklıydım. Vakko’nun önünden ayrılmazdım, kıyafetlere, geçen şık insanlara bakardım.
- Çok seviyorsunuz Kasımpaşa’yı...
- Nasıl sevmem? Ben oradan çıktım. Her şeyi, orada öğrendim. Hâlâ bir ayağım semtimde. Babam hâlâ esnaf orada. 51 yıldır berber dükkanı var. Amcamla birlikte hâlâ her sabah gidip açarlar, herkes tanır onları. Kulaksız’daki Titiz Berber. Babam Anadolu yakasına taşındı, ailesine düşkün bir adamım, yakınımda olsunlar istedim ama sabahları üç vesait değiştirerek yine Titiz Berber Muhsin Amca 81 numaraya gider.
- Çekim yapalım orada, babanızı da amcanızı da çok merak ettim.
- Valla, babam çok yoğun! Hele yeni görevimden sonra, basın onu çok arıyor. Randevu almamız gerekiyor! “Evladım, ne yapacağım hep arıyorlar?” diyor. “Baba, basın danışmanı tut!” diyorum. Geçenlerde onu makaraya sarmak için, “Milliyet Gazetesi’nden arıyorum, sizinle röportaj yapmak istiyorum” dedim. Baktım, “Oluuuur” diyor. “Bana bak baba, sen bu işi sevdin ha!” dedim, “Apo sen misin, tanıyamadım!” dedi.
- Babanız, gerçekten titiz mi?
- Hem de nasıl. Anne daha titiz. Ben de öyleyim. Babam askerden sonra amcamla birlikte açıyor o berber dükkanını. Diyorlar ki şimdi, “50 yıl daha devam ettireceğiz burayı, 100 yıllık berberler olarak rekorlar kitabına gireceğiz. Dünyanın en tatlı, en namuslu insanlarıdır. Dalga geçiyorum tabii, “Muhtarlığa adaylığını koysan kazanacaksın baba” diye. Orada olmaktan çok mutlular, arkadaşlarıyla oturup sohbet ediyorlar.
- Siz hiç çalıştınız mı orada?
- Çalışmaz mıyım? Ustura dönemini iyi bilirim. Yazları çalıştım. Dükkan hâlâ aynı, aynı iki koltuk, bütün aksesuvarlar aynı, “Baba değiştir artık” diyorum, “Yok oğlum biz böyle iyiyiz” diyor.
- Orada nasıl muhabbetler oluyor?
- Dükkanda mı? Bir siyaset konuşulur, bir futbol. Memleketi kurtarırlar. Babam Galatasaraylı, amcam Beşiktaşlı.
- Nasıl anlaşıyorlar?
- Babam, biraz ailenin lideri gibiydi. Kardeşlerine hep o sahip çıktı. Ama amcam küçükken beni Beşiktaşlı yapmaya çalıştı. Babam ağırlığı koydu tabii, Galatasaraylı oldum. Babam ailenin reisidir ama televizyonu bile açmayı bilmez.
- Nasıl yani?
- Maç mı var, annem bir yere mi gidecek, Lig TV’yi açar, kanalı ayarlar öyle gider, bizim peder, teknik konularda felakettir. Ama dünya iyisidir.
- Kardeş?
- Var, var. Mimar Sinan’da resim okudu, tasarım işiyle uğraşıyor. Ben spora kaydım. İki oğlum da öyle, biri daha sanatçı, diğeri sporcu.
- Hep böyle kendine güvenli bir tip miydiniz?
- Bilmem, arkadaşlarım hep söyler: “Apo önden giderdi, beş kişi de arkasından!” Beni sever ve sayarlardı. Semtte öyle bir havamız vardı.
- Futbol aşkı nasıl başladı?
- Semt sahaları, mahalle takımları... Abiler bizi hep futbolun içine çektiler. Ben de meraklıydım, hafta sonları diğer semtlerin takımlarıyla günde iki üç maç yapardık.
- İşiniz gücünüz, mahalle takımımın yıldız oyuncusu olmaya çalışmak mıydı?
- Evet, küçükken şöyle hayaller kurardım: Birileri beni burada seyrederek, keşfedecek, daha büyük takımlara transfer edecek...
- Babanız destekledi mi?
- Futbolcu olmamı mı? İlk zamanlar hayır. Bizim semte tersaneler vardır, Camialtı, Haliç... Oralarda çalışırsan, hayatın kurtulabilir. O istedi ki, tersanede çalışayım. Ama sonra destek oldu. Vefa’nın genç takımında futbola başladım. Sonra devam etti.
- Ya semtin kızları?
- Sahip çıkardık. Bizde şöyle kurallar vardı: Diğer semtin kızına bakmayacaksın, bizim kızları da kimse rahatsız etmesin. Böyle bir kültürle büyüdük. Semtte dolaşırken, hele futbolcu olmaya hazırlanıyorsan kızlardan ilgi ve alaka görürdük. Zaten lisemi de kızlar yüzünden değiştirdim.
- Nasıl yani?
- Babam, tersanedeki Gemi Meslek Lisesi’ne vermek istedi. Ama sırf erkekti orası. İstemedim, kızların da olduğu yeri tercih ettim, Beyoğlu Ticaret Lisesi’ne gittim. Sonra Spor Akademisi’ne gidebilirdim ama yeri Anadoluhisarı’ndaydı, çok tersti, antrenmanlarım filan vardı, futbolcu olacaktım zaten, üniversite okumadım.
- Her şeyi çok doğal anlatıyorsunuz. Bazıları, geçmişlerinden rahatsız olur, başka türlü
göstermeye çalışır...
- Yok canım. Bilen biliyor zaten beni, neyi farklı anlatacağım ki?
- O zaman da iyi giyinmeye meraklı mıydınız?
- Hep. Semtteki arkadaşlarımı sürükleyip İstiklal’deki Vakko’ya götürürdüm, uzun uzun içeri bakardım, kıyafetlere. Sonra 17 yaşında ilk transferimden aldığım parayla o Vakko’dan içeri girdim, kendime üst baş aldım. Merakımdır iyi giyinmek. Moda dergilerine bakarım, bir mağazaya girdiğimde ne istediğimi bilirim. Marka giymeye de meraklıyım.
- Karınız?
- O da meraklı.
- Futbolcu karılarının bir tipolojisi var. Frapan ve yüksek topuklu...
- Hülya, spor klasik giyinmeyi seviyor. Benim lise aşkım. Lisede benimle hiç ilgilenmeyen tek kız oydu. Ben de onun peşine düştüm. İyi ki de düşmüşüm. 21 yıldır mutlu bir evliliğimiz var.
- Günün birinde futboldan para, itibar, şöhret kazanacağınızı umuyor muydunuz?
- İyi ve doğru şeyler yapmaya çalıştım. Futbolculuk dönemim inişli çıkışlı seyreden bir süreç oldu. Hayatta bazı kararlar sizi farklı yerlere taşıyor. Yukarı ya da aşağı gidebiliyorsunuz. 1986’da Galatasaray’ın ve Beşiktaş’ın beni istediği bir dönem oldu, bense Rizespor’u tercih ettim. Bu da benim futbol yaşamımın aşağı doğru seyretmesine yol açtı.
- E niye öyle yaptınız?
- Birtakım dengelerden dolayı. Bir de Rizeliyiz ya. Ama hangi takımda olursam olayım, doğru iletişim kurmaya, sevgi ortamı yaratmaya çalışan biriydim. Hemen takım kaptanı yaptılar beni, “Abi” dediler.
- İyi bir futbolcu muydunuz?
- Bugünkü futbolda bile kullanılabilecek bir oyuncu profilim olduğu düşünüyorum. Ama bir çizgi var futbolda, onu yakalayamadım ve aşağı doğru seyrettim. Yine de o kadar çok seviyordum ki, 35 yaşıma kadar oynadım, ikinci ligde, üçüncü ligde. Oralarda oynamış olmak da futbola farklı bakmamı sağladı. 1999’da antrenörlüğe başladım. Hayatımın bu noktaya gelmesinde birkaç anahtar insan var.
- Kim onlar?
- Biri Göksel Gümüşdağ. Müthiş desteğini gördüm. Genç Milli Takım hocasıydım, Avrupa Şampiyonluğu yaşadık, dünya dördüncüsü olduk, profesyonel anlamda teklifler almaya başladım. Yine bir dönüm noktasındaydım. Futbolcuyken doğru seçim yapamamıştım ama Gümüşdağ sayesinde antrenörlükte yaptım. Beni lig takımları isterken, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Spor Kulübü’nü tercih ettim. Bunun sebebi de onun bana çizdiği büyük resim ve güven ortamıydı. Ondan evvel bir Galatasaray altyapısı var, orada da Ali Yavaş’ın, Fatih Hoca’nın desteği vardır.
- Futbolcu aşıksa, sevgilisine hava atmak için daha iyi oynar mı, yoksa daha mı kötü?
- Sevdiğin birinin tribünde olması, maçtaki motivasyonunu artırabilir. Ama şu var, futbolun kendisi bir aşk. Burada otururken bir futbol topu yuvarlansa, elimde olmadan topa doğru şöyle bir hamle yaparım.
- Genelde futbolcular ne hayal eder? Daha iyi bir hayat sürmek, şöhret, güzel kadınlar...
- İnsanına göre değişir. Bunların hepsi var. Bazısı için bir sınıf atlama aracı. Bizim zamanımızda daha çok keyifti, şimdiki nesil daha profesyonel bakıyor.
- Mourinho demişti ki, “Takımımda çok yıldız oyuncu var ama ben de yıldız olduğum için bana
saygı duyuyorlar. Ciddiye alıyorlar”. Sizin durumunuz nedir?
- Bulunduğum hiçbir yerde bu anlamda zorlanmadım. 17 yaşında bir oyuncuyla çalışırken de, 37 yaşında bir futbolcuyla çalışırken de. Şöhretli şöhretsiz de fark etmedi. Hep bir sevgi, saygı ortamı oldu. Bulunduğum takımlarda futbolcuyken de öne çıktım. Bu, kendiliğinden oldu. Yöneticiler, antrenörler hep takım kaptanı yaptılar beni. Galiba bir ağırlığım var, bilmiyorum sebebini. Beni dinliyorlar. Lider olarak görüyorlar. Lider, doğru şeyler söyleyen, doğru şeyler yapan insandır. Ben de öyle davranmaya çalıştım. Acele etmeden, yavaş yavaş, ağır ve emin adımlarla buraya geldim.
- Arda Turan size “Mourinho” dermiş. Mourinho ile aranızda bir paralellik kuruyor musunuz?
- Alakamız yok. Arda’yı 16-17 yaşında tanıdım. Galatasaray’da çalıştığım dönemde. Çok zekidir, pratiktir, bir de sevimlidir. Her fırsatta bir espri patlatır, hâlâ öyledir. Neden Mourinho benzetmesi yapmış bilmiyorum. Kulübeye çok yakıştığımı söylerdi, belki o yüzdendir.
BAŞBAKAN İYİ BİR SANTRFOR OLABİLİRDİ
- Rizeli misiniz, Kasımpaşalı mı?
- Annem-babam Rize’den çıkıp Kasımpaşa’ya gelmiş. Karadeniz insanı ilginçtir, birileri bir yere gitti mi diğerleri de peşinden gelir. Kasımpaşa’nın yüzde 60’ı-70’i Rizelidir. Giresun Göreleliler vardır, biraz da Antalya Aksekililer. Ama bizim bulunduğumuz bölge, Rize ağırlıklı.
- Erdoğan’la ‘komşu köylü’ olduğunuz doğru mu?
- Evet, evet. Babam Dörtyollu, annem Güneysulu. Annemin köyünün bir üstü Başbakan’ın köyü. Kasımpaşa’da da oturduğumuz yerin iki sokak arkasındaydılar.
- Bire bir tanışıklığınız var mı?
- Göksel Gümüşdağ’ın nikâhında tanıştık. O nikâh şahidiydi, ben de Büyükşehir Belediyesi’nin teknik direktörü. Ama çok eskiden, kendisini semt sahasında futbol oynarken izlemiştim. Mahalledeki abileri seyretmek en keyif aldığımız şeylerden biriydi.
- İyi bir oyuncu muydu?
- Valla, hiç fena değildi. Bugünkü oyun sisteminde, kaleye sırtı dönük iyi bir santrfor olabilirdi. Fizik kalitesi yerindeydi.
ÜZERİMDE BASKI HİSSETMİYORUM GAYET İYİYİM
- Kendinizi, Milli Takım’ı yönetecek kadar tecrübeli ve başarılı buluyor musunuz?
- Bunun kriteri ne? Ben, kendime güveniyorum. Zaten kendimi hazır hissetmesem, hakkıyla yapamayacağımı düşünsem bu görevi kabul etmezdim. Bundan evvel büyük takımlardan teklif geldiğinde “Hayır” demiştim. Sadece A Milli Takım’a değil, tüm Türk futboluna faydalı olabileceğime inanıyorum.
- Sizinle röportaja geleceğimi söylediğim herkes, “O stresle, o baskıyla nasıl başa çıkacak? Böyle bir deneyimi yok. Korkmuyor mu, sorsana” dedi...
- Yok canım, gayet rahatım. Bu ülkenin takımı bu. Ülke, takımına ve hocasına destek veriyor. Yüzde 50’lerde bir desteği arkama aldım. Sadece medyadan daha fazla yanımızda olmasını istiyorum. Şu anda sağ olsunlar destek veriyorlar. Bu bizim ülkemizin takımı, kulüp takımı değil, hep birlikte doğru işler yapmaya çalışacağız. Baskı falan hissetmiyorum yani, iyiyim.
- Hiddink neden başarısız oldu?
- O, bir dünya markası. İnkar etmek mümkün değil. Başarıları ortada. Ama bizim insanımız farklı. Duyguları ön planda. Oyuncu-antrenör iletişiminden veya genel iletişimden söz ediyorum. Hiddink bu anlamıyla gereğinden fazla ‘profesyonel’ kaldı.
- Birilerin iddia ettiği gibi Milli Takım’ın başarısızlığında Oğuz Çetin’in büyük sorumluluğu var mı?
- Çok haksız bir eleştiri bu. Altı sene milli takımlar düzeyinde hizmet vermiş biri.
- Sizin fevri açıklamalarınız yok, hareketli bir tip değilsiniz. Sakin, mütevazı ve saygılı bir adam portresi çiziyorsunuz. Bunlar futbol için olumlu özellikler mi, olumsuz özellikler mi?
- Sakin olmak iyi bir şey. Ama öyle dışarıdan göründüğü kadar sakin değilim. Bazen içimde fırtınalar kopar. Bir bakışımla da bunu anlarsın. İlla bağırıp çağırmak gerekmiyor, ben beden dilimle bu işleri çözdüğümü düşünüyorum.
- Peki siz de futbol yazarları gibi Türk futbolunun dibe vurduğuna inanıyor musunuz?
- Tabii ki hayır. Bu jenerasyonu son derece iyi tanıyorum. 1985 doğumlulardan 1991 doğumlulara kadar. Ya beraber çalıştım, ya bulundukları grubun içinde yer aldım, ya da bazı takımların kuruluşunda bulundum. Gelecek nesil var. Hem de sıkı bir nesil var. Bu konuda bir sıkıntımız yok, ama temel birkaç sorunumuz var. Onları çözmeye çalışıyoruz. O ruhumuzu, coşkumuzu, aile ortamımızı yeniden sağlamamız lazım. En önemlisi bu. Ve kamuoyunun, medyanın desteğinin de bizimle olması lazım.
- Çok kötü oynayıp yenilen bir milli takıma seyircinin tepki gösterme hakkı yok mu? Orada felaket oynamışlarsa, bağrımıza mı basacağız!
- Evet! Çünkü tepkiyle bir şeyleri düzeltemeyeceğimizi düşünüyorum. Hataların neler olduğunu ortaya koyup onların üzerinde çalışmamız gerekiyor. Bu dönemler de geçecek. Tepkilerin de oyun anlamında olması daha doğru olur, eleştirilerin yapıcı olması gerekir.
- Sizi başarıya ulaştıran en önemli özelliğiniz hangisi?
- İşimi doğru yaparım. Doğru iletişim kurarım. Dürüstüm ve çok açığım. Sadece futbolla ilgili değil, her konuda.
- İyi de, bir planınız var mı? Neyi değiştireceksiniz?
- Bir süredir takım birlikteliğinde sahanın içinde ve dışında görünür bir uzaklaşma var. O ruhu, o beraberliği toparlamak lazım önce. İşin teknik boyutlarını da çözmeye çalışacağız tabii. Ama onun dışında Türk futbolu sadece A Milli Takım düzeyinde değil, temel olarak bir yapılanmanın içinde.
- Ertuğrul Sağlam’la yakın arkadaşsınız, ikiniz de adaydınız. Yerinize o seçilse üzülür müydünüz? Gönül koyar mıydınız?
- Hayır, asla. Zaten seçildiğimde ilk olarak onu ziyarete gittim. Bursa’daydı. O, benim kurs arkadaşım. Benden 5-6 yaş ufaktır. Partnerimdi, konu başlıklarımız aynıydı. Ben ona yardımcılık yapıyordum. Konuyu ben aldığımda da, o bana yardımcılık yapıyordu. Bursa’ya desteğini almaya gittim, sağ olsun esirgemedi. Şimdi ben hizmet edeceğim, bundan sonra da onlar edecek, başkaları edecek, biz arkadaşız, dostuz.
- Maça çıkarken futbolculara telaffuz ettirdiğiniz slogan, “Zafer küçük küçük başarıların toplamından gelir…”
- Evet. “Ama inanç yoksa bunların hiç biri değerli olmaz!” Aynı motto devam. Bir maç kazanıyorsun, ‘Zafer kazandık’ diye başlık atılıyor, oysa bunlar küçük küçük başarılar, bunların toplamı zaferi getiriyor bunun için de inanç gerekiyor.
- Yabancı antrenörlere, yabancı oyuncuya karşı mısınız?
- Gelişime ve değişime açık bir insanım. Ama 11 kişinin 6’sı da yabancı olmasın.
- Yurtdışında teknik direktörlük yapmak ister miydiniz?
- İsterim. İleride de deneyeceğimi düşünüyorum zaten.
- Oyun felsefeniz nedir?
- Keyif almak. En önemlisi bu. Kaybetmek de dünyanın sonu değil, her zaman kazanamazsınız.
SOYUNMA ODAM BUTİK DOLABI GİBİDİR HER ŞEY JİLET
- Hangi özelliğinize eşiniz tahammül edemez?
- Son zamanlarda her şeyi alttan alıyor. Çok yoğunum diye beni idare ediyor. Televizyonu yatarak izlerim, bir koltuğum var, bazen ona yayılmama sinir oluyor. Onun dışında pek bir şey yok. Ailecek vakit geçirmek, benim için çok önemli. Özellikle pazar günleri kahvaltıyı ben hazırlarım. Yumurta, sucuk her şey benden sorulur. Kahvaltı benim için çok önemli. Sabahın 7’sinde bile uçağa binecek olsam, 5’te kalkar kahvaltı yaparım, geçiştiremem.
- Giyim dolabınız?
- Ooo çok önemli. Ütü de...
- Pantolonlar çift çizgi olursa, gömlek adam gibi ütülenmezse...
- Çok sinir olurum. Söylüyorum, kıyafet takıntım var. Soyunma odam ayrıdır. Butik dolabı gibidir. Her şey jilet. Özel ihtimam gösterilmesini isterim. Özellikle söylerim, “Şunların yıkanması, şunların kuru temizlemeye gitmesi gerekiyor” diye. Yapılmazsa çıkışırım.
ALDIĞIM PARA, HİDDİNK’LE FATİH HOCA ARASINDA
- Milli Takım’dan alacağınız aylık maaş 105 bin lira. Türkiye standartlarında fazla değil mi?
- Türkiye’deki asgari ücreti düşünürseniz fazla ama Avrupa’da da sektör içinde dönen para böyle. Hiddink’in aldığı para da konuşuldu. Ondan evvel Fatih Hoca’nın aldığı para da. Bizimki, herhalde ikisinin arasında bir yerde kaldı, iyi oldu.
MAKYAJ ÇANTAMDA YÜZ, VÜCUT, TOPUK KREMİNE KADAR HER ŞEY VAR
- Hakkınızda bilmediğimiz bir şey söyleyin...
- Makyaj çantam var, görseniz inanamazsınız!
- Nasıl yani?
- Kadınlar gibi kremlerimin olduğu çantam var. İçinde yüz kremim var, vücut kremim var, topuk kremim var.
- Şaka mı bu?
- Yooo. Çünkü soğukta kalıyoruz. Günde iki antrenman yapıyoruz ve cildim kuru. Natürel kremler kullanıyorum. Bittiği zaman eşime telefon açıyorum, “Git al” diye. Şampuanım bile özel. Dikkat ederim böyle şeylere, bakımlıyım.
- Korkmuyor musunuz ‘Metroseksüel’ denmesinden...
- Yok canım, ne derlerse desinler! Deplasman çantamda da aynı kremler vardır, ofisimde de, evde de... Üç ayrı yerde. Bunlar benim için önemli. Burası soğuk mesela, cildim rahatsız olabilir, ofiste krem sürebilmeliyim.
- Ne güzel bu kadar komplekssiz olmanız...
- Bir de duygusalım. Cuma günü imzayı attım, kulüple vedalaştım. Çok duygusal anlar yaşadık. Ağladım. Duygusallığımı da gizlemem. Sonra ertesi gün Federasyon’un şoförü geldi, tabii alışık değilim. Bugüne kadar arabamı hep kendim kullanmışım, “Aman bekletmeyeyim” dedim hemen indim. Geçenlerde de Federasyon’a gittiğimde idari bölüme gittim, çünkü altı sene önce beraber çalıştığım insanlar vardı, “Merhaba” demek istedim. Şaşırdı herkes, hocalar bugüne kadar oraya hiç gitmemiş. Olduğum gibiyim, ‘miş gibi’ davranmıyorum.
© Tüm hakları saklıdır.