01 Temmuz 2013 11:02
Yetvart Danzikyan – Radikal
‘Birileri’ teorisiyle nereye kadar?
Son olarak geçtiğimiz cumartesi yaşananlar hem büyük bir umut, hem de kimi çevrelerde şaşkınlık ve şüphe uyandırdı. Üzerinde biraz durmak lazım. Bilindiği gibi Lice’de meydana gelen vakada karakol inşaatını protesto eden bir gruba güvenlik güçlerinin açtığı ateş sonucu 1 kişi öldü, 2’si ağır 10 kişi yaralandı. Başlıbaşına önemli bir vakadır ve devletin hala “bölgede” bu tip vakalara nasıl yaklaştığını göstermesi açısından örnektir. İşte bu gelişme Gezi Parkı’ndan sonra hareketlenen “Batı”daki kitlenin de tepkisine neden oldu. Ve cumartesi gerçekleştirilen tüm gösterilerde Lice’de devlet şiddetine maruz kalanlarla bir ortaklık duygusu oluşturuldu. Asıl dikkat çekici bulunan, Gezi parkı eylemlerine katılan ulusalcı sayılabilecek kesimlerin de Kürtçe sloganlara eşlik etmesi, “DirenLice” sloganlarını birlikte seslendirmesiydi.
Bu durum iki türlü yorumlandı. İlk olarak artık Batı’nın da (ki Batı’dan kastedilen elbette ki ulusalcı-laik/elit olarak tarif edilen kesimdir, yoksa insan hakları savunucularının ve sol-demokrat çevrelerin bu konuda bir “anlayış” eksikliği pek olmadı) Kürtler’in yıllardır yaşadıklarını nihayet anlamaya başladığı bunun da sevindirici bir gelişme olduğu not edildi. Neresinden bakarsak bakalım bunun önemli bir köşetaşı olduğu muhakkak.
Yazının devamını okumak için tıklayınız
Orhan Kemal Cengiz – Radikal
Cemaat, Erdoğan, komplo ve demokrasi
Bizim Türkiye olarak, demokrasi oyununun kurallarına ilişkin çok ciddi problemlerimiz var. Önceden malum, elinde silah bulunan bir grup, tribünlerin arkasından bütün maçı yönetiyordu. Bugünse, Erdoğan, bütün denetim mekanizmalarından sıyrılmış bir sandık oyununu önümüze demokrasi gibi sunuyor. Basın özgür olmayacak, Meclis faaliyeti el kaldır indire dönüşecek, yargı denetim yapamayacak ama siz sırf seçimlerde en yüksek oyu aldığınız için demokratik iktidar olacaksınız...
Sanırım Türkiye’de hepimizin şapkalarımızı önümüze koyup, oyunun temel kuralları konusunda uzlaşmaya varmamız gerekiyor. Evet, seçimle iktidara gelmeyen hiçbir güç ya da odak kamu gücü kullanamaz, şu ya da bu şekilde bu gücün kullanımına ortak olmaya çalışamaz. İktidarlar seçimle gelir seçimle gider. Ancak iktidarların yaptığı yanlışların hesabını sormak için bir dahaki seçimlere kadar beklenmez. Bir kere zaten özgür basın, bağımsız yargı, çalışan bir Meclis her an yaptığı denetimlerle hükümetlerin hata yapması riskini en aza indirir.
Yazının devamını okumak için tıklayınız
Aslı Aydıntaşbaş - Milliyet
Gezi size tehdit mi?
Gezi’nin iktidar nezdinde tetiklediği paranoya furyası tüm hızıyla devam ediyor, hatta kurumsallaşıyor. Önce sandık ki, hükümet aslında ”dış mihraklar”, ”faiz lobisi”, ”darbe” gibi komplo teorilerine inanmıyor da, kendi kitlesini ayakta, dinç tutmak için bu teorileri yandaş medyada pompalıyor.
Oysa kısa zamanda aslında Başbakan Erdoğan ve etrafındaki bir grubun Gezi olaylarını sahiden böyle yorumladığı, iktidar partisinde bu konularda en uçuk açıklamaları yapanların, en fazla prim yapanlar olduğunu gördük.
Bu durum, yani komploların dayanılmaz cazibesine kapılmış olmak, Türkiye için fazlasıyla utandırıcı. Önce Gezi’deki olaylar, şimdi de hükümetin zihni-sinir iletişim stratejisi yüzünden, uluslararası dünyadaki itibar kaybı devam ediyor. Yurtdışında CNN’e yapılan protestolar, Almanya ya da başka ülkelere yönelik ayarsız laflar, parti yöneticilerinin yabancı diplomatlara yaptığı o naif ”faiz lobisi” sunumları, AB büyükelçilerine de gösterilen Gezi kaseti, Melih Gökçek’in önlenemeyen yükselişi vs. derken, maalesef gülünç durumdayız.
En büyük hayal kırıklığı da bu. Açıkçası, Ak Parti şu zamana kadar baş gösteren her siyasi krizde rasyonel ve günün sonunda krizi avantaja çevirecek ölçüde pragmatik olmayı bilmişti. Ama bu sefer tamamen kilitlenmiş durumda...
Yazının devamını okumak için tıklayınız
Mehveş Evin – Milliyet
Sakin
Barış süreci Gezi gösterilerinden nasıl etkilenecek? Hükümete yönelen protestolar barış sürecini tehlikeye atar mı? Gezi direnişinde barış sürecini tıkamaya yönelik bir komplo aranabilir mi?
Bu sorulara en iyi cevabı, yine sokak verdi...
Cuma günü Diyarbakır-Lice’deki kalekol protestosu, Medeni Yıldırım’ın (18) ölümü ve dokuz kişinin yaralanmasıyla sonuçlandı. İstanbul ve Ankara’daki Gezi direnişçileri, aynı gece Lice için yürüdü.
Ertesi gün Taksim’deki Gezi eyleminde Lice ile dayanışma ön plandaydı. Oradaydım. Daha evvel “halkların kardeşliği” için slogan atmamış insanlar, binleri buldu...
Şimdiye kadar Kürt meselesiyle ilgilenmeyen, bilmeyenler memleketin doğusuyla batısı arasında ayrım yapmıyordu.
Gezi protestolarının ana akım medyada nasıl verildiğine ve hükümetin polis şiddetini meşru göstermesine şahit olduklarından, Kürtlerin ötekileştirilmesine mahal vermediler.
“Olaylar uyuşturucu ticareti yüzünden çıktı” veya “Kürtler karakola neden karşı çıkıyor?” gibi itirazlara, bahanelere karşılık...
Hiç kimsenin, hiçbir gerekçeyle bir gösteride kurşunlanamayacağına inanan sesler ilk kez bu kadar kuvvetli yükseldi.
Yazının devamını okumak için tıklayınız
İbrahim Karagül – Yeni Şafak
Tahrir’de ‘karşı devrim’ provası
Değişim içeriden geliyor. On yıllarca baskı altına alınan toplumlar harekete geçiyor. Stres bir şekilde patladı, kitleler baskıcı rejimleri deviriyor. Kaynak verip iktidar satın alma dönemi bitiyor. Aslında bu süreç yirmi yıl önce başlamalıydı.
Daha fazla özgürlük, daha fazla refah talebi artık dizginlenemez. Teknolojinin, iletişimin bu kadar yaygınlaştığı bir yüzyılda yeryüzünün bazı bölgelerinde yaşayanlar kalın duvarların arasına hapsedilemez. Bu yüzden Arap Baharı müthiş bir değişim dalgasıdır ve bence Avrupa şehirlerini bile vurabilir.
Ancak değişim içeriden başlasa da dışarıdan yönetilmeye çalışılıyor. Dış müdahale burada kendisini gösteriyor. 20. yüzyıl Ortadoğu'sunu dizayn edenler, müttefikleri olan zorba rejimleri artık değiştiremez oldu. Buna rağmen, bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda dönüştürmeyi de beceremedi. Geriye tek bir şey kalıyordu: Değişimi yönetmek, rüzgarı yönlendirmek hiç değilse etkileyip bu ülkelerin ve toplumların kontrollerinden çıkmasının önüne geçmek.
Bu açıdan Tahrir ruhu, sadece Mısır ya da birkaç ülkeyle sınırlı bir değişim değil. 21. yüzyılın siyasi tarihinde bir kırılma olarak yerini alacaktır.
Yazının devamını okumak için tıklayınız
A. Turan Alkan – Zaman
Taş ve Çivi ve ‘ertesi gün’
Eğer demokrasimiz, kabaca iki farklı hayat tarzının dört senede bir referanduma sunulduğu bir oyun ise ve insanlar sandığa her seferinde, iyi ümitler yerine kalplerindeki derin endişe ve korkuyu götüreceklerse bilinmeli ki bu, sürdürülemez bir durumdur.
Endişeli laikçilerin derin zaafı bir lider, siyasi bir kadro ve yönetici bir akıldan mahrum, paramparça bir heyet teşkil etmesi. Günün birinde bir kilit taşı, duvara çakılmış bir çivi olma ümitleri yok, bütün beklentileri Kartaca’nın yıkılmasından ibâret ve o yüzdendir ki siyasi düzlemde sahici bir kuvve haline gelemiyorlar. “Hükûmeti eleştireceğine biraz da saldırganları hedef al” görüşü pratikte mâsum değil: Bir şey, üstelik doğru bir şey yapabilme potansiyelini taşıyan tek sahici muhatap icrâdır, hükûmettir.
Hükûmet, karşılaştığı olumsuzlukları siyasi muhalefetle izah etmekten hemen vazgeçmeli. Tedbir merciidir, sızlanma ve bahane değil. Gayrımemnunlar esasen meşrû bir talepten değil, hükûmetin gerginleştirme yaklaşımından nemalanıyorlar. Kutuplaşmanın hangi vahim yerlere doğru uzanabileceğini görmeli; insanları korkularından kıskıvrak tutarak siyasileşmeye sevkeden taraf olmamalı. “Bizim yokluğumuz kaos getirir” fikrinden enerji üretmeye kalkışmak yerine yumuşak ve kuşatıcı bir dil tercih edilmeli zira taş kımıldamaya, çivi sallanmaya başladı...
Yazının devamını okumak için tıklayınız
Ali Bulaç - Zaman
Sosyal patlamalarda sosyal medya
Hoşumuza gitsin gitmesin yeni bir gençlik profiliyle karşı karşıya bulunuyoruz. Tahrir’de rol oynadığı kadarıyla Taksim’de de sosyal medya rol oynadı, Brezilya ve diğer sosyal patlamaların görüldüğü yerlerde de öyle. Siyaset sosyolojisi açısından baktığımızda modern ulus devlet formu içinde merkezden ve yukarıdan –partiler, anayasa, kurumlar aracılığıyla- yürütülen siyasete karşı bu toplumsal gruplar siyasi teamülü değiştirmek istiyorlar. Adına sosyal medya dediğimiz olgu özü itibarıyla sanaldır, yatay iletişimdir ve görünenin alt katmanlarında vücud bulmaktadır. Yazılı ve görsel medya doğası gereği hegemonik ve imtiyazlıdır. “Hegemonik”tir, çünkü hedef kitle (seyirci, dinleyici veya okuyucu) tek taraflı mesaj alır, enforme edilir, organize monoloğa maruz kalır. Cevap veremez, itiraz edemez, katılıp diyalog kuramaz. “İmtiyazlı”dır, çünkü medya pahalı bir yatırımdır; herkes gazete veya ekranlara çıkıp kendini ifade edemez; bu birkaç yüz kişinin avantajı ve imtiyazıdır (patron, genel yayın yönetmeni, editörler, köşe yazarları, yorumcular vs.). Onlar da zaman içinde kendi içlerinde bir tür aşiret dayanışması içine girerler; siyasi iktidar, ekonomik ve mali güçlerle ilişkiye geçip kitlelere karşı duyarsızlaşabilirler. Medya söz ederse bir şeyin kamusal değeri olur, medya gündeme getirmedikçe kitlelerin sıkıntısından, acısından kimsenin haberi olmaz.
Yazının devamını okumak için tıklayınız
Namık Çınar
‘Ocaktan’ deyip bacadan girmek
Borçları yüzünden gözünü korkuttuğun medya patronlarının ellerinden TMSF yoluyla televizyonlarını gazetelerini alacak, sana biat edenlere ulûfe gibi dağıtacaksın.
Başlarına da, Avusturyalı arşidük prens Maksimillian’ı Meksika’ya imparator yapar gibi, kendi adamlarını dikeceksin.
Ondan sonra da çıkacak, utanmadan, Mustafa Kemal tepeden inmeci bir jakobendi, diyeceksin.
Ya sen nesin pekiyi?
Atatürk’ün yarı resmî gazetesi Ulus’u, yahut tek parti dönemi Cumhuriyet’ini, hakkın var mı artık eleştirmeye?
Senin borunu öttürsün diye Mehmet Ocaktan’ı getirip Akşam’ın tepesine bi güzel oturtuverdin.
Kargalar henüz kahvaltılarını yapmadan, “küçük su”lar rögarlara varmadan, sergiledi o da daha ilk günden, aranızdaki borç ilişkisinden doğan sadakatini.
Diyor ki; “siz hiç demokrasi isteyen bir diktatör gördünüz mü?”
O-hooo! Çok gördüm.
Hem bu demokrasi sözcükleriyle başlayan propaganda numaralarını çok gördüm, hem de özgürlük nutukları çeken nice faşolar gördüm.
Dünya tarihi, demokrasi aşkıyla yanıp tutuşan diktatörlerle doludur.
Bir ülkede demokrasi isteyenler, önderlik taslayanlar değil, halkın kendisi ise, bir anlamı vardır bunun.
Öyle lütfeylesin de getirsin bize diye birisinden bekleyerek hiç değil, sayısız etkinlik ve yöntemlerle doğrudan doğruya toplumun kendi üreteceği bir deneyimler manzumesidir, çünkü demokrasi.
Yazının devamını okumak için tıklayınız
Semih İdiz – Taraf
Dinciden demokrat olur mu?
Sözde “demokratik” olan iktidarı tarafından uçuruma doğru itilen Mısır’daki gelişmeler, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “demokrasi seçimlerden ibaret değildir” sözünün doğruluğunu kanıtlıyor. Gül’ün Mısır’a telkin ettiği laik düzenin toplumsal huzur açısından önemi de Mısır’daki gelişmelerle görülüyor.
Kahire’de yaşananlar, “ben seçildim, istediğimi yaparım” havasına kapılarak, sizi seçmeyenlere karşı “ayaklar baş oldu” türünden hakaretlerle ortaya çıktığınızda işlerin nereye varacağını gösteriyor. Türkiye’de yaşananlar elbette ki “Arap Baharı” ayaklanmalarından çok Avrupa’daki gösterilere benziyor.
Fakat her iki ülkede seçimle iktidara gelmiş olan İslamcı partiler olduğu için, Türkiye’deki olaylarla Mısır’da yaşananlar arasından hiçbir benzerlik olmadığını söylemek de doğru değil. İki ülkedeki temel kavga, dine dayalı ideolojik bir dünya görüşü olan bir partinin, seçmenden aldığı destekle, öznel dünya görüşünü toplumun diğer kesimlerine empoze etmeye çalışmasından kaynaklanıyor.
Oysa gerçek demokrasilerde iktidara oy vermiş olanlar kadar vermemiş olanların temel hakları da koruma altındadır. Demokrasiyi kaba bir matematiksel açıdan değerlendirmenin ötesine geçemeyenlere bunu anlatmak elbette ki kolay değil. Mısır ve Türkiye’deki temel sorun da burada yatıyor.
Yazının devamını okumak için tıklayınız
Mustafa Karaalioğlu – Star
Medyada kurulan yeni pazarı fark ettiniz mi?
Gezi Parkı eylemleri, çözümün kalbine ağır bir darbe indirdi. Yüzyıllık bir sorunun çözümünde hep beraber aynı duyguyu yakalamışken, başa değilse de geriye dönmek zorunda kaldık.
Şimdi bu ülkenin soğukkanlı ve sağduyulu insanları ortalığı toparlamaya çalışıyor.
Yıllardır çözüme karşı çıkanlar, Kürt olanı ötekileştiren ve kimliğini tanımamakta ısrar edenler; mesela daha iki ay önce
Kürt analarının cezaevindeki çocuklarıyla kendi dilinde konuşma hakkına bile “ihanet” diyenler sokakları yaktılar, çözüm umudunu ateşe verdiler.
Meselenin ağaç olmadığı bir sır değildi. Ama Kürt sorununda çözüme karşı çıkan CHP’nin kalesi Kadıköy’den Lice’ye alelacele gönderilen selamı görünce insan “Öfkeniz bu kadar mı sınırsız?” demeden duramıyor.
AK Parti sıkıntıya girsin de ne olursa olsun, olay çıksın, molotoflar, bombalar atılsın, insanlar ölsün fark etmez, noktasına nasıl gelebildiniz?
Kadıköy, Kürtlere veya dindarlara veya azınlıklara veya demokratlara bir selam göndermeden önce siyasi geçmişiyle hesaplaşmalı. Hesaplaşmalı ki demokrasiden bahsedildiğini anlayabilelim.
Yazının devamını okumak için tıklayınız
Müge İplikçi – Vatan
Kalekolda ayna var
Gezi direnişinde ana akım medyanın tek sesliliğini, yasaklayıcı, savsaklayıcı yanını çok net gördünüz değil mi?
Aynı durum yıllarca Doğu’da yaşananlar için söz konusu olamaz mı?
Yaşananların yüzde onu, hatta yüzde biri Türk kamuoyuna yansımış ve bilmemiz gerekenler bir biçimde sansürlenmiş olamaz mı?
Peki ya insanlara uygulanan orantısız şiddet konusunda ne diyebiliriz? Olayların neden-sonuç ilişkisi içinde değil, sadece sonuçlarıyla, üstelik egemen dilin merkeziyetçi tavrıyla karşımıza çıkartılmış olabileceği çok mu uzak bir ihtimal?
Olaylar bittikten, gerçekler sümen altı edildikten sonra resmi dilli raporlara, açıklamalara, demeçlere, basın toplantılarına ne demeli? Şu dev ekranın karşısındaki minik, tutuk, durağan seyirciliğimize?
Bunların benzerlerini Gezi örneğinde yaşadık. Orada yaşadığımıza göre her yerde yaşanmış ve yaşanacak olabilir tüm bu olup bitenler.
Her şeye rağmen, bakabildiğimiz ve gerçekten görebildiğimiz zaman birbirimizi ve ortak yanlarımızı keşfetmenin mümkün olabileceği bir sürecin içinden geçtiğimizi düşünüyorum. Teslim etmek gerekiyor ki damgalayıcı, sancılı bir süreç bu.
Ama değer... Hem bu ülkede ‘bağzı şeyler’ ne zaman kolay oldu ki...
Yazının devamını okumak için tıklayınız
Erol Çevikçe – Vatan
‘UMUT’ her zaman vardır
31 Mayıs 2013 tarihinden bu yana Türkiye gündemini belirleyen “Taksim 2013 Gezi Parkı” direnişi, genç kuşağın 1968’den sonra ikinci bir tarih sayfası oldu. Üstelik bu kez başı çekenler Fransa’nın değil, laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nin Y-Kuşağı. Onlar, Hitler faşizmine boyun eğmemiş Cumhurbaşkanı De Gaulle’ü dize getirdiler . Bizimkilerin derdi ise, Onlar’ın tersine “dize gelmemek!”
Bizimkiler, “dindar bir nesil yetiştirmek” inadıyla “demokrasiyi araç olarak kullanan” politikacının önüne, “demokrasinin amaç olduğunu” öğretmek için dikildiler.
Çankaya’daki Cumhurbaşkanı, çoğunluk oyuna güvenerek, polisi şiddete zorlayan hükümeti eleştirirken ve “demokrasi sadece oy sandığı değildir” derken kimileri, barış ve özgürlük arayan halk çocuklarının karşısına, elleri sopalı kendi partizanlarını çıkardı. Üst üste üç seçimde iktidar olmuş bir kadro, demokratik siyasal yaşamımızda ilk kez, belki de çoğunluğu henüz oy kullanmamış bir genç kuşağı, oy hesabına vurarak, “milli irade düşmanları”, “çapulcular”, “ayak takımı”, “faiz lobisinin piyonları”, “teröristler” diye suçladı.
Yazının devamını okumak için tıklayınız
Hasan Bülent Kahraman – Sabah
Forumların anlamı: Siyaset üretmek/Siyaset yapmak
Bugün daha ileri bir noktadayız. Elektronik dünya yeni bir teknoloji üretti, o da yeni ideolojiler doğuruyor. Zaman mekân kısıtlamalarının ortadan kalktığı, siber demokrasi tartışmalarının yaşandığı, "sınırsızlığın" gene bir sınırsızlık olarak yaşandığı şu dünyada siyasetin de, başka bir şeyin de geleneksel kurallar ve sistem içinde işlemesi artık mümkün değil. Hele hele Türkiye şu son on yılda şuradan kalkıp şuraya gelmişken hiç mümkün değil.
Buradan bir siyaset çıkar mı? Garip bir biçimde, "aman siyasallaşmayın masumiyetinizi kaybedersiniz" diyenler de varken buna cevap vermek zor. Ama bir şeyi unutmamak gerek: bu hareketin kendisi bizatihi siyaset. İnsanlar orada hayatlarını konuşuyorlar. Hayatın konuşulduğu her yerde siyaset vardır. Sadece şekli, özü ve meselesi değişik bir siyaset bu.
Ne var ki, siyaset yapmak değil bu. Siyaset üretmek. Ve bu siyaset üreticileri elbette toplumun daha üst sınıflarından, daha yüksek gelir düzeylerinden geliyor.
Onların ürettiği siyaseti gene toplumun çevresinden gelenler yapacak. Bu böyledir, doğrusu budur. Ama galiba o zaman gene doğru bir siyaset yapılmış olacak.
Az şey mi?
Yazının devamını okumak için tıklayınız
© Tüm hakları saklıdır.