Gündem

8 gazetenin 13 köşe yazarından gündeme dair yorumlar

Hıdır Geviş: Kim ne derse desin... Başbakan son sürat ülkenin geri kalanını aşağılayıcı üslubunu koruyor. O bu şekilde devam ettikçe, ülkenin duygusal olarak bölünmesi daha da güç kazanıyor

28 Haziran 2013 10:25

8 gazeteden 13 köşe yazarı gündeme dair yorumlar yaptı, AKP iktidarının güncelliği ve TSK İç Hizmetler Tüzüğü'nde yapılması planlanan değişiklikler üzerine önemli tespitlerde bulundu.

İşte o yazılardan yaptığımız bir derleme;
 

Ahmet Hakan - Hürriyet

- Hükümete itiraz edeni “düşman” olarak görüyorlar.

- Siyaset yapmayı “savaş” olarak görüyorlar.

- Vatandaşla işbirliği yapmamayı ve demokratik mekanizmaları çalıştırmamayı “dik durmak” olarak görüyorlar.

- Ürettikleri saçma sapan komplo teorilerine inanmayanları “gerçeklere sırtını dönmüş piyon” olarak görüyorlar.

- Uyguladıkları akla, mantığa ters stratejiyi beğenmeyenleri “AK Parti’yi devirmeye çalışan güç” olarak görüyorlar.

- Eleştiri yapanları “hesap sorulacak kişiler” olarak görüyorlar.

- Kendi aralarında yer alıp da “Yanlış yapıyoruz” diyenleri “hain” olarak görüyorlar.

- Durumu toparlamaya çalışan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü “selden kütük koparmaya çalışan adam” olarak görüyorlar.

 

İsmet Berkan – Hürriyet

Başta bu dönemin adı üstünde bir ‘dönem’ olduğunu düşünmüştüm ama tuhaf bir biçimde ‘dönem’ uzadıkça uzuyor.

Demek istediğim, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin neredeyse 10 yıla varan yalnızlığı. Evet, ‘kurucu politika yapıcısı’ olarak tek başına bir parti AK Parti.

Geçen gün de yazmaya çalıştım, Gezi olayları sonrası muhalefet partilerinin sokakla olan ilişkisizliğinin iyice belirginleşmesiyle Ak Parti açısından siyaset alanı iyice boşaldı. Bu durum da partiye, geçmişe göre daha fazla tek başına hareket etme alanı açtı.

Tam da bu sebeple, ‘Memlekete demokrasi lazımsa onu da biz getiririz’ kıvamına geldi bu parti.

Bir yandan Gezi Parkı eylemlerini yapanların görece çok küçük bir kısmı İstanbul’un türlü çeşitli parklarında ‘forum’lar düzenleyerek buradan bir ‘siyaset’ çıkarmaya çalışadururken benim aklımı kurcalayan soru da şu oldu: Acaba Gezi eylemlerinin Türkiye’de demokrasiye, demokratikleşmeye bir katkısı oldu mu, olacak mı?

Baştan söyleyeyim, ‘sivil’ ve ‘birey’ olanların katılması sebebiyle Gezi olaylarının kendisinin zaten demokrasiye bir katkı olduğunu düşünüyorum. Bu katkının etkilerini gelecekte çok daha iyi hissedeceğiz. (Ama bu katkıyı illa bir siyasi partiye yönelim şeklinde görmek isteyenler hayal kırıklığına uğrayacak; esas katkı siyasetin dönüştürülmesinde olacak.)

Fakat öte yandan, Türkiye’nin önünde durmakta olan somut demokratikleşme projesine Gezi Parkı’ndan çok ama çok sınırlı bir katkı geldi.

Türkiye’nin önündeki somut demokratikleşme projesi, ‘Çözüm süreci’nde kaçınılmaz olarak gündeme gelmesi gereken projeden başkası değil.

 

Hasan Pulur – Milliyet

İleride bugünleri araştıracak olanlar, “özel hayat” ve “güven” konularına önemli yerler vereceklerdir.

Bakın tarihe, halkın “özel hayatı”na hep müdahale edilmiştir.

Taksim olaylarını hazırlayan toplum tepkisinde de bu vardır.

Sen adamın kılık kıyafetine, çocuk sayısına da karışırsan, kadınların nasıl doğum yapmalarına bile akıl verip, kürtaj, sezaryen yaptırma dersen, çocuk sayını bile hesaplarsan, bu müdahaleler geri teper, halk sesini çıkaramaz ama içinden “sana ne benim doğumumdan, çocuk sayısından!” der.

***

Lafı uzatmayalım, halkın bir bölümü bu iktidarın laiklik anlayışına güvenmiyor...

Bütün mesele bu!

Rahmetli Erbakan Hoca’ya bile, bu kadar tepki göstermemiştir.

Niye?

Gülüp geçmiş “Hoca böyle şeyler yapmaz!” diye.

Ama şimdi öyle mi?

***

İlk seçildikleri günü hatırlıyoruz, “kaldırımları bile boyuyorlar!” lafı kulaktan kulağa dolaşmıştı.

Oysa öyle bir şey yoktu, “ama yapabilirler!” endişesi o kadar güçlü idi ki!

Sıra Beyoğlu’ndaki bazı lokanta ve meyhanelerin “sokak işgaline son vermeye” geldi.

Evet, işgal diyoruz, masalar o kadar sokağa çıkarılmıştı ki, değil kaldırım, yol bile kalmamıştı.

Elbette, belediye buraları bir düzene sokacaktı.

Hayır, düzen yerine tahliye, sokaklar bomboş kaldı.

 

Sami Kohen - Milliyet

Bu 22. fasıl üzerindeki tartışmalar vesilesiyle ortaya çıkan önemli bir gerçek var: Gezi Parkı olayları Avrupa Birliği’nde Türkiye hakkında kötü bir imaj yarattı.

Sadece AB‘de mi? Hayır. AP‘de (Avrupa Parlamentosu’nda), AK‘de (Avrupa Konseyi’nde) ve tabiiABD‘de de...

Sadece resmi çerçevelerde mi? Hayır. Çeşitli siyasi partilerde, düşünce kuruluşlarında ve de medyada...

Bütün bunları “dış mihraklar”ın veya “faiz lobisi”nin bir parçası olarak gösteremezsiniz. En becerikli “kamu diplomasisi” veya “halkla ilişkiler” görevlileri bile bunu başaramazlar.

Nitekim çeşitli dış ülke ve uluslararası kuruluşların liderlerinin son olaylarla ilgili eleştirel tutumlarını sürdürdükleri görülüyor. AB Bakanı Egemen Bağış’ın brifingine katılan AB büyükelçilerinin aynı günün akşamı yayınladıkları ortak deklarasyonda yer alan görüşler, bunun açık göstergesi. Keza Başkan Obama’nın Başbakan Erdoğan ile telefon görüşmesinde kullandığı ifadeler de anlamlı...

Bu genel tablo, Ankara’nın Gezi Parkı krizi sırasında olup bitenleri ve bu arada AB’den ABD’ye, AP’den AK’ye kadar çeşitli ülke ve kurumlardan gelen tepkileri yeni bir yaklaşımla değerlendirmesi ve ona göre tutumunda -ve retoriğinde- bir ayar yapması gerekiyor.

 

Amberin Zaman – Taraf

Kürtler iktidar ile protestocular arasındaki dengeyi sürekli ayarlayarak durumu kendi lehlerine çevirmeyi gayet güzel başardılar. Güçlerini yeniden ispatladılar, kıymete bindiler. Zira her iki taraf da Kürtleri kendi saflarına çekmek istedi. Kürtlerin öncelliği ise barış sürecini korumak oldu. Politikalarını bu yönde tayin ettiler. Reformları mahalli seçimler sonrasına bırakmaya meyil eden iktidara aba altından sopa göstererek harekete geçirmeyi başardılar. Kan akmadan, cenaze gelmeden geçen her gün Türkiye’de barış ve demokrasiyi sağlamlaştırıyor. Kürtlerin hakkını teslim etmek gerekir. Sürecin başından beri büyük soğukkanlılıkla davranıyorlar. Harıl harıl çalışıyorlar. Peş peşe konferanslar düzenleyerek, tabanlarını ikna ederek, gazetecilerle, sivil toplumla sürekli diyalogda kalarak, siyasi kanalları her geçen gün daha da genişletiyorlar. Bu çabalarını yurtdışında eş zamanlı sürdürerek diplomatik alanda da meşruiyetlerini artırıyorlar.

 

Hıdır Geviş – Taraf

Kim ne derse desin... Başbakan son sürat ülkenin geri kalanını aşağılayıcı üslubunu koruyor. O bu şekilde devam ettikçe, ülkenin duygusal olarak bölünmesi daha da güç kazanıyor. Ben sosyal medyada ülkenin bu kısmı ve öteki kısmını ayıran keskin hattı çok canlı görebiliyorum. Daha dün can ciğer kuzu sarması olduklarımızla birbirimize diş bilemeye başladık. O da olmadı, birbirimizi takip etmeyi bıraktık...

Başbakan da görüyor bu durumu ve gördükçe de daha bir coşuyor; ‘Yüzde 50’nin sinir uçlarını gıdıklayan üslubuna devam ediyor. İnsanlar bütün gün sokaklara dökülmüş, huzuru kaçmış, ülke ekonomisi zarar görmüş çok önemli değil gibi... Bedeli ne olursa olsun, Başbakan durmuyor... Çünkübütün bu olan bitenler, biraz da AK Parti’nin devamı için yapılan örtülü bir ölüm kalım mücadelesi...

Niye mi... Şu yüzden: Siyasi olarak gri alanlarda, AK Parti’nin kaybettiği ciddi bir seçmen kitlesi var... İşte o kitle şimdi AK Parti çemberi içine geri geliyor olmalı... Amaç da bu zaten: AK Parti tabanını toparlamak, yeniden biraraya getirmek ve güç kazanmak... Bunun gerçekleşmesi için de ülkenin duygusal olarak ikiye bölünmesi lazım...

Bu nedenle Başbakan’ın her meydana çıkışta veya ekrana çıkışta bu kadar sert üslupla konuşmasını bir kızgınlık ya da samimiyet olarak açıklamak doğru değil. Her şey bilerek, bilinçli ve hesaplanarak yapılıyor.

 

Hüseyin Gülerce – Zaman

Demokratlık, bir zihniyet meselesi. Ama daha önemlisi demokratlığın, bizzat bireylerin şahsında, huyunda, davranışlarında, karakterinde görünür olmasıdır. Yani lafla peynir gemisi yürümüyor. Zaten problemin kaynağında, söylenenlerle yaşananların farklı olması var. Çıkmaz sokaklardan kurtulmanın yolu artistik değil, samimi, tabii demokratlıktan geçiyor. Ben, Müslüman kimliğim ile çatışmayan bu demokratlığı şöyle anlıyorum: Demokrasiyi, dolayısıyla demokratik laikliği; inanan, inanmayan herkes için uzlaştırıcı bir zemin görüyorsunuz. Farklılıkları benimsiyor, gerçekten zenginlik kabul ediyorsunuz. Kendinizi kimseden üstün görmediğiniz için kimseyi ötekileştirmiyorsunuz. İnsanlardan bir insan olmayı, insan kalmayı önemsiyorsunuz. Beklentilere esir olmuyor, insanları ezip geçmeyi hiç düşünmüyorsunuz… Kendinize yapılmasını istemediğinizi, başkalarına da yapılmasını istemiyorsunuz. Kendiniz için istediğiniz güzellikleri, başkaları için de, hatta onları kendinize tercih ederek istiyorsunuz. Kaba kuvvetle, yakıp yıkmakla, terörle, şiddetle, kinle, nefretle bir yere varılamayacağını kabul ediyorsunuz. Temelde herkesin konumuna saygılı oluyorsunuz. En doğrusunu ben bilirim, herkes benim doğruma gelmeli demiyorsunuz. Paylaşmayı esas alıyorsunuz. Ortak çözümler arıyorsunuz. Kimseyi dışlamıyorsunuz. İnsanları kendi doğrularınız için ikna etmeye değil, evrensel insani değerlerde buluşmaya çalışıyorsunuz. Üslubunuza çok dikkat ediyorsunuz. Birbirimizin, kutsallarımıza, değerlerimize, fikir ve görüşlerimize karşılıklı saygıyı, insanî bir vecibe biliyorsunuz. Dinlemeyi, anlamaya çalışmayı, empati yapmayı çok önemsiyorsunuz. Bize benzemeyenle, bizim gibi olmayanla, bizden olmayanla birlikte yaşamayı iradi olarak istiyorsunuz. Birlikte yaşama iradesi, rencide etmemeyi gerektirir. Zira başkalarını rencide etmeme hassasiyetiniz, sizin de rencide olmanızı önler. Siyaseti çıkar üzerine bina etmekten, şiddetle kaçınıyorsunuz.

 

Hasan Bülent Kahraman  - Sabah

Gezi meselesi dediğim şey besbelli gelip AK Parti'nin son on yıllık döneminde, hatta 1994'ten beri devam eden 20 yıllık iktidarında ortaya çıkan yeni demokrasi tasavvuruna dayanıyor. Nedeni çok açık. Kürtler, Aleviler, Müslümanlar, hatta daha silik olsa da kadınlar ve marjinaller hak talebinde bulunuyorsa, bunun altında, sivil öznenin devletin en küçük hale gelmesini, demokratikleşmesini talep edişi var. Toplum, devletin (yönetici elitin, bürokrasinin) iradesiyle değil öznelerin, haydi yurttaşların diyelim, etkileşimleriyle toplumsal alanda teşekkül edecektir o düzende. Böyle bir ortamda iktidarın otoritenin yanında değil toplumun yanında yer alması şarttır.

Ne yapalım ki, demokrasi de, şişede durduğu gibi durmayanlardandır. Hak sürekli olarak serpilip büyür, gelişir. "Bu kadarını verdik ötesine ne gerek var?" sorusu haklar söz konusu oldu mu hem yetersizdir hem de anlamsız. Çağ yani teknoloji değiştikçe yeni ideolojiler türeyecek o da yeni insan tipleri oluşturarak yeni taleplerin doğmasına yol açacaktır.

Dolayısıyla Kürt, Alevi, Müslüman beklentilerinden sonra şimdi de sivil arayışlar ortaya çıkmıştır. Gezi'nin anlamı budur.

 

Orhan Kemal Cengiz - Radikal

İçlerinde sevdiğim insanların da olduğu bir grubun, Başbakan’ın her yaptığını meşrulaştırmak için gösterdiği gayretleri içim burkularak izliyorum. Biraz yavaşlayın lütfen. Biraz sakinleşin. Biraz durakladığınızda, Türkiye’de bazı gazetelerin Sovyetler Birliği’ndeki Pravda gazetesi gibi çıkmaya başladığını göreceksiniz. Bu gazetelerde vicdanlarının sesini dinleyen insanlar utanç verici yöntemlerle susturuluyorlar. Daha geçen gün dünya sansür tarihine adımızı yazdıracak bir olay yaşadık. Sabah gazetesi kendi ombudsmanı Yavuz Baydar’ın, gazetenin Gezi Parkı yayınlarını eleştiren yazısını sansürledi. Bu da yetmedi, gazetenin genel yayın yönetmeni, Baydar’ı ‘eleştiren’ bir ‘okur mektubunu” köşesinde yayımladı. Bütün bunlarda ciddi bir sorun görmüyor musunuz gerçekten?

Göstericileri barış karşıtlığıyla suçluyorsunuz. Beyler gerçekten ayıp ediyorsunuz. O gösterilerde sizin de çok yakından tanıdığınız, demokratlığından zerre şüphe edemeyeceğiniz pek çok insan da yer aldı. Bunu siz de çok iyi biliyorsunuz. Bütün göstericileri ‘Mustafa Kemal’in askerleri’ gibi göstermeye çalışarak en başta kendi dostlarınıza büyük ayıp ediyorsunuz. Bu gösteriler mi barış sürecini tehdit etti gerçekten? Yoksa barış süreci, kendisine yönelen eleştirileri duymamak için toplumun içindeki bütün eski yaraları kaşıyan Başbakan tarafından mı tehdit ediliyor? Biraz insaf, biraz...

 

Ruhat Mengi – Vatan

Polis kurşunuyla hayatını kaybettiği açıkça, kanıtıyla ortada olan Ethem Sarısülük’ün bile “örgüt üyesi olduğu” iddiası atılmış ortaya.. Eh, Genelkurmay Başkanlığı yapmış, Hükümetle yıllarca beraber çalışmış olan İlker Başbuğ’un “terör örgütü liderliği” ile suçlanabildiği ülkede bu da olacak elbet. Ama ailesi çıldırmış tabii duyunca ve o söz konusu edilen fotoğrafın “taşeron firma aracılığıyla 2012’de Hakkari’de yapılan jandarma karakolunun inşaatı sırasında çekildiğini” açıklamışlar. Müslümanım diyene büyük günah değil mi bu yalanı atmak, insanlık bu mu? O kalabalığın içinde polis örgüt üyesi mi kovalıyor? Diyelim ki öyledir, PKK ve El Kaide’ye kadar her tür örgüt üyeleri ülkede sınırsız özgürlükle dolaşırken niye?

Ve AKP “Gezi Parkı olaylarının TBMM’de tüm boyutlarıyla araştırılması” için önerge vermiş. “Şiddet kültürü yerine barış içinde yaşamanın, sorunlarımızın ‘hukuk sınırları içinde’ dile getirilmesinin görev olduğu” belirtiliyor. CHP’nin aynı konudaki önergesi 18 Haziran’da TBMM’de neden iktidar tarafından reddedildi o zaman? Ayrıca bir yandan “Polisimiz Taksim’de destan yazdı” derken hangi hukuktan veya araştırma dan, hangi barış kültüründen söz ediliyor?

 

Mutlu Tönbekici – Vatan

Türkiye çok çirkin günler geçiriyor. Türkiye’de bir deprem oldu, vazo ortadan kırıldı ve ne yazık ki kimse yeni bir vazo inşa etmeye çalışmıyor.

Geçmiş hesaplar, “sen de o zaman yanımda değildin, şimdi sen çek!” sitemiyle ortaya seriliyor. 28 Muhafazakarlar “28 Şubat’ta neredeydin?” diye soruyor, Kürtler “30 yıldır bizim üzerimize hakiki bombalar atılırken nerdeydin?” diye soruyor.

Kendi adıma temiz olduğumu düşünüyorum. Yazılarım ortada. Bugüne kadar kim olursa olsun her kesimin hakkını savundum. Kimse bana ama sen de o günlerde hiç sesini çıkarmamıştın diyemez. Üstelik kendi mahallemin “menfaatçi” “maaş alıyor” “iktidara yanaşmaya çalışıyor” “Kürt şakşakçısı” itham ve iftiralarına rağmen...

 

Hayrettin Karaman – Yeni Şafak

Son günlerde PKK adına konuşanlar 'PKK üzerine düşeni yaptı, birinci aşama tamam, şimdi hükümet ikinci aşama için gerekeni hemen yapmalı' diyorlar.

Sayın Başbakan'ın açıklamalarına göre bölgede terör eylemleri sona ermemiş, azalmış ama sona ermemiş. Ayrıca çekilme de tamamlanmamış.

Süreci sabote etmek isteyen pek çok tarafın olacağında şüphe yok, silahsız çözüm taraftarı olan Öcalan ve onun tabilerine rağmen bazı terör olayları olabilir; ama bu konuda çok hassas olunması, sabotaja prim verilmemesi, gerekli tedbirlerin alınması hayati önem taşıyor.

'Çekilme Haziran sonuna kadar tamamlanır' denmiş, ama şimdi Eylül'den söz ediliyormuş.

Silahların bırakılması gerekirdi. Silahlarla çekilmenin sebebi önem arz ediyor: Güvensizlik mi, tekrar dönme niyeti mi, başka bir şey mi? Bunun açıklanması gerekiyor.

Eğer PKK tarafı güvenmiyorsa, hükümet de güvenmez; güven olmayınca çözüm de olmaz.

Güvenin de ötesinde çekilme bir taktik ise ve ilk emirle silahlı olarak geri dönme niyeti varsa bu daha da vahimdir.


Ali Bayramoğlu – Yeni Şafak

Önceki gün Dolmabahçe'de Akil İnsan Heyetleri Başbakan'la ikinci toplantılarını yaptı ve çalışmalarının sonuçlarını sundu. Bu toplantıda Başbakan Kürt meselesiyle ilgili kimi soruları yanıtladı, kimi konulara açıklık getirdi. Niyetimiz bugün doğal olarak bu konuları ele almaktı.

Ancak önemli bir gelişme araya girdi.

Hükümet dün TBMM'ye Askeri İç Hizmet Kanunu'nun 2., 35. ve 43. maddeleriyle ilgili bir yasa değişikliği taslağı gönderdi.

Bu taslak ve işaret ettiği durum hem sembolik hem fiili açıdan tarihi bir önemdedir.

Not düşmeden olmaz…

Malum İç Hizmetler Kanunu'nun 35. Maddesi hem ordunun askeri darbeleri gerekçelendirme ve doğrulama referansı olmuş, hem devlet işleyişinde askeri vesayet sisteminin özünü tanımlamıştır.

Son kez hatırlatalım, hali hazırda bu madde şöyle:

'Silahlı Kuvvetler'in vazifesi, Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak ve kollamaktır…'

Bu madde üzerinden, askerin siyasi iktidarlar, seçilmiş organlar üzerinde kendisine güç, denetim, ideolojik bekçilik atfettiği günler sanırız önemli ölçüde geride kaldı.