Eveeet, ulaştık bir '24 Nisan'a daha... Yetvart Danzikyan, dünkü yazısında soruyordu: '24 Nisan'da 24 Nisan'ı anlatmak: zordur, ama gereklidir'.
(Yeri gelmişken: Radikal, gazetenin internet sitesinde çok güzel yazılarıyla karşılaştığımız Danzikyan'ı niçin kağıda dökmez acaba?)
Yazarın söylediği gibi '24 Nisan'ı anlatmak,'zordur, ama gereklidir' gerçekten. Ben biraz daha ileri giderek şöyle diyeceğim: 24 Nisan'ı anlatmak, eğer 'medeni' bir ülke olmak istiyorsak 'gerekli'den de öte bir mecburiyettir.
Danzikyan, yazısı içinde bir internet adresi de veriyor. Üşenmeyin tıklayan derim. Ayşe Tütüncü'nün düzenlemesi, 42 müzisyenin katılımı ve Ümit Kıvanç'ın film ekibinin çekimiyle önümüze gelen bir anonim Ermeni türküsünün ('Yağmurlu bir Nisan günü') icrası bu.
Bugünü, yani 24 Nisan'ın saatlerinden hiç değilse birini '24 Nisan'ı öğrenmeye, hatırlamaya ve anlamaya ayıralım. Esat'ın ülkesinde akıttığı kan, Irak ve Türkiye'nin birbirine karşılıklı diklenmesi, Fransa'daki başkanlık seçimi gibi güncel sorunların-konuların sırası '24 Nisan'dan sonra gelsin. Söylediğim gibi, eğer 'medeni' bir ülke olmak istiyorsak.
(Bir kere daha 'yeri gelmişken': 'Medyamız' da 'varlık nedeni'ni (yani 'ifade özgürlüğü'nü) hatırlayarak bu işte bize yardımcı olsun. Sevabı-günahıyla farklı bir gazete olduğu muhakkak olan Taraf'ın 22 Nisan tarihli sayısını örnek alarak mesela... Ne güzel toparlanmış bir sayı idi o öyle! Ayşe Hür'ün kaleminden (bir kere daha) 'yetişkinlere tarih dersi'. Ermeni Soykırımı'nda 'Alman rolü' ne merkezdeydi acaba? Serdar Kaya'nın kaleminden yazarın bir süredir peşine katıldı 'Rum soykırımı'na ilişkin bir yazı. Taner Akçam'ın Talat Paşa'nın telgraflarından hareketle 'işin aslı'na ilişkin analizi. Yıldıray Oğur'un Ragıp'ın yayınladığı bir kitaptan naklettiği Alman konsolos Wilhelm Litten'in Halep'deki gözlemlerinin bir bölümü... Yalan yok, okura gerçekten 'İşte böyle!' dedirten bir sayıdan söz ediyorum.)
Lafı fazla uzatmaya gerek yok. Çünkü Agos'un son sayısının başmakalesi söylenmesi gerekenleri yeterince söylemiş bulunuyor. Sabrınız tükenmedi ise, buyurun bu sağlam yazıyı da kıraat edin. Eğer İstanbul'da ikamet ediyorsanız, bugün 17.15'de Taksim Meydanı'ndaki anma etkinliğine katılmanın serbest olduğunu da unutmayın...
'97 yıl önce yaşanmış olanları unutmak istemeyişimizin nedeni, sadece yitip giden masum canların anısına saygı değil, başka türlü bir geleceğe duyduğumuz inanç. 'Abrek yereğek, payts mez bes çabrek' (Yaşayın çocuklar ama bizim gibi değil) diyen büyük ozan Hovhannes Tumanyan'ın sözlerindeki derin anlamın işaret ettiği ise, barışçı bir gelecek inşa etme sorumluluğu. 1915'te insanın, tabiatın ve medeniyetin nasıl yok edildiğine dair idrakin kök salması ise, bunun olmazsa olmaz koşulu.
1915'i hatırlarken, gücümüzü cezalandırma veya bedel ödetme arzusundan değil, hep birlikte geçmişin prangalarından kurtulma isteğinden alıyoruz. Çünkü hepimizi özgür kılacak olan, gerçeklerdir. İnsanları 'Dedelerimize katil diyorlar!' diye korkutuyorlar, ama sorumlular Türkler, Müslümanlar veya Kürtler değildir. Çünkü soykırımları halklar değil, zihniyetler yapar. Tıpkı Naziler gibi, İttihatçı zihniyet de, aslında hem mağduru hem de faili kurban etti; ölen öldü, geride kalan ise hastalandı. Sonraki iktidarları bu derin suça ortak edense, yürütülen sistemli unutturma ve reddetme politikası oldu.
Aslında Türkiye'de artık 1915'te ne olduğunu tartışmıyoruz. O karanlık yıl ve sonrasında yüz binlerce insanın yerinden yurdundan edildiğini ve bir daha geri dönemediğini, pek çoğunun Anadolu toprağının bir köşesinde veya Suriye çöllerinde bir mezar taşı bile olmadan yattığını, bu konu üzerine konuşan herkes biliyor. Hayatta kalmak için çok sayıda insanın din değiştirmek zorunda kaldığını; Müslüman ailelerin yanına sığındığını da... Bu gerçekler artık sadece 'Kimse bize soykırım yaptınız diyemez!' diklenmesiyle savunulabiliyor. Sanki başka türlü bir adlandırma, olup biteni hafifletecekmiş gibi...
2015 yaklaşırken, Türkiye'yi daha milliyetçi bir zemine çekmek için gösterilen çabalara tanık oluyor ve bundan endişe duyuyoruz. Geçen yıl 24 Nisan'da, askerliğini yapmakta olan Sevag Balıkçı'nın öldürülmesi, Hocalı anmasında yükselen nefret, Türkiye'nin dört bir yanındaki okullarda verilmekte olan '1915 yalanı' konferansları, 2015 için yapılan propaganda hazırlıkları, bu yolun nasıl döşenmekte olduğunu gösteriyor. Bu süreçte, yurtdışından Türkiye'ye 1915 konusunda baskıların artacağını ve bunun da içeride milliyetçi tepkileri yükseltmek için kullanılacağını görmek zor değil. Türkler ve Ermeniler, üçüncü ülkelerin, aralarındaki meseleyi nasıl riyakârca kullandığını görüp sorunlarını birlikte çözmek için uğraşmadıkça, bu kaygıları daha çok yaşamamız da kaçınılmaz.
Türkiye, cumhuriyet tarihinin gerçeklerini geç ve güç de olsa hatırlıyor. Darbelerle, katliamlarla, devletin suçlarıyla hesaplaşıyor. Ergenekon davası, 12 Eylül yargılaması, 28 Şubat soruşturması, Dersim'de 1938'de yaşananların araştırılması, hepsi ama hepsi, tarihi önemde, hakkıyla yürünmesi halinde ülkeyi yepyeni bir mecraya taşıyacak yollar. Bu dava ve soruşturmaların ifade ettiği alanlara baktığımızda ise, Türkiye'de her grubun, Türklerin de, Kürtlerin de, Müslümanların da, Alevilerin de, devlet uygulamalarının kurbanları olduğunu görüyoruz. Her grubun içerisinde kendi mağduriyetini öne çıkarma eğilimi ağır bassa da, bütünlüklü bir siyasi bakış, bu mağduriyetlerin kökünde sistemin, kurucu ideolojinin olduğunu gösteriyor.
O kurucu ideolojinin temelindeki ayaklardan birinde ise, Anadolu topraklarının, binlerce yıldır üzerinde yaşayan halklardan temizlenmesi duruyor. Modernizm öncesi millet-i hâkime anlayışı ile modernist toplum mühendisliği, el birliğiyle, Ermenileri, Rumları, Süryanileri yaşadıkları haritadan sildi. Bu nedenle, 1915 salt bir vicdan sorunu değil, bundan çok daha fazla, bir siyasi tercih sorunu. Çünkü 1915, Türkiye'nin hesaplaşmaya çalıştığı yakın tarihin üzerinde yükseldiği sessizlik anlaşması. Onu hakkıyla anımsamadan, Müslüman'ı, Alevi'yi, Türk'ü ve Kürt'ü de kurban eden devlet anlayışıyla yüzleşmek mümkün değil. Ermeni meselesi, tam da bu yüzden bir yeni Türkiye meselesi. 1915'te yaşananlar idrak edilemeden, yeni bir Türkiye'nin kapısına gelinebilir belki, ama eşiğinden geçilemez.'
Yazıyı Hrant'ın dün (23 Nisan) ve bugünü (24 Nisan) ilişkin kaleme aldığı yazıdan bir iki satırla bitirelim:
'...Kim nasıl anlatabilir bunu bilmiyorum, ama hem Ermeni olarak, hem de Türkiyeli; hem 23 Nisan'ı yaşamak bütün coşkusuyla ve ertesi günün bir parçası olmak bütün hüznüyle. Kaç insan bu ikilemi yaşıyordur şu yeryüzünde. Ne anlaması kolay ne de anlatması. Dilerim kimse yaşamasın bu ikilemi bir daha.' Amin.