Ahmet Şık, 15 Temmuz darbe girişiminin öncesi ve sonrasında yaşananları, girişime dair hâlâ cevap bulamayan bazı soruları ve cemaatin TSK içindeki yapılanma iddialarını irdeleyen "15 Temmuz'un şifreleri" başlıklı bir yazı dizisi kaleme aldı.
"Darbe girişimiyle ilgili yapılabilecek en doğru tespit ortalığa saçılan birçok bilgiye rağmen hâlâ karanlık yanlar barındırdığı" diyen Şık, "Bir cemaat darbenin baş sorumlusu olarak ilan edilirken, devlet bürokrasisine başka dini cemaatların mensupları yerleştiriliyor" görüşünü dile getirdi. İzmir merkezli soruşturmayı yürüten Savcı Okan Bato'nun 16 Temmuz sabah erken saatlerde TSK içindeki cemaat örgütlenmesi iddiasına yönelik operasyon kararı aldığını hatırlatan Şık, "Birkaç yüz subayın bu operasyonlarda gözaltına alınacağı konuşuluyordu. Bu gelişmelerden güçlü kaynakları ile haberdar olan cemaat mensubu askerler, başka bir tarihte yapılması planlanan darbeyi zorunlu olarak öne çekti ve 15 Temmuz gecesi kanlı kalkışmayı başlattı" iddiasında bulundu.
Yazı dizisinin Cumhuriyet'te "Zoraki nikâhtan zoraki darbeye" başlığıyla yayımlanan (8 Aralık 2016) birinci bölümü şöyle:
Kanlı darbe girişiminin sorumlusu FETÖ’nün, devlet içinde yaklaşık yarım asırdır örgütlenme faaliyeti yürüttüğü biliniyor. Ama darbeye kalkışacak güce AKP döneminde ulaştığı da bir gerçek. AKP ve FETÖ arasındaki ‘zoraki nikâh’ 17-25 Aralık soruşturmaları ile bozuldu. Bu süreçten sonra başlayan ‘düşmanlık’, Türkiye’yi hâlâ soru işaretleri ile dolu 15 Temmuz gecesine taşıdı.
15 Temmuz gecesi kanlı ancak başarısız kalan bir darbe girişimine tanık olduk. Bir kısım muhaliflerin halen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bir senaryosu olduğuna inandığı ve 248 kişinin cuntacılara direnirken öldüğü darbe girişiminin önlenmesi kuşkusuz Türkiye’nin çok daha kanlı bir sürecin içine girmesini de engelledi. Darbe girişimiyle ilgili yapılabilecek en doğru tespit ortalığa saçılan birçok bilgiye rağmen hâlâ karanlık yanlar barındırdığı.
Darbe girişiminin daha ilk anından itibaren Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) adıyla anılan Gülen Cemaati kadrolarına yönelik başlatılan büyük gözaltı, tutuklama, tasfiye harekâtı, zamanla içine AKP’li tüm muhalifleri alarak genişletildi. Başta asker, polis, yargı mensubu, akademisyen ve öğretmen olmak üzere binlerce kişi kamu kurumlarından tasfiye edilirken, yaklaşık 40 bin kişi de “darbe şüphelisi” olarak tutuklandı.
Ancak darbe gecesi neler yaşandığı, öncesiyle sonrasıyle neler olduğu ve soruşturmanın içeriği hakkında şu ana kadar medyaya sızdırılan kimi şüpheli ifadeleri dışında kamuoyu bilgi sahibi değil. Darbe kalkışmasının saatinden, bir binbaşının ihbarına rağmen Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) zaaflarına dek herkesin kafasında kuşkulara yol açan birtakım sorular halen cevapsız. Birbiriyle çelişen iddia ve ifadelerle herkes “FETÖ’cü olmak” suçlamasıyla karşı karşıya kalırken, Fethullah Gülen Cemaati’ni iktidarına ortak edip suça ortak olduğu ileri sürülen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) eleştirilerden uzak tutuluyor. Yalanlanmayan iddialar ve cevapsız kalan sorular darbe kalkışmasının, AKP ya da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın gücünü arttırmak için hayata geçirdiği bir senaryo olduğu kuşkularını besliyor.
KHK’lerle rejim inşası
Darbe girişiminin hemen ardından ilan edilen kanun hükmünde kararnamelerle (KHK) devlet restore edilerek yeni rejim inşasına hız veriliyor. Evrensel hukuk ve demokrasi kural ve ilkelerinden uzaklaşılıyor. Bürokrasi kadroları tek koşulun biat olduğu biçimde yeniden yapılandırılıyor. Amaçları için dini araçsallaştıran bir cemaat darbenin baş sorumlusu olarak ilan edilirken, devlet bürokrasisine başka dini cemaatların mensupları yerleştiriliyor.
Fark edilmedi mi?
17/25 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmaları sonrasında terör örgütü ilan edilmesinin ardından Gülen Cemaati’ne yönelik başlatılan soruşturmaların sayısı darbe kalkışmasından sonra doğal olarak artış gösterdi. Ortaya çıkan çok sayıda iddianamenin ortak noktası Gülen Cemaati’nin ordu içindeki örgütlenmesinin başlangıcının 1970’li yıllar, hız kazanmasının ise 1984’ten sonra olduğu.
1990’lı yıllardan itibaren ordu, polis, yargı ve MİT’ten oluşan güvenlik bürokrasisi başta olmak üzere devlet içinde Fethullahçı örgütlenmeye yönelik çok sayıda haber, yazı, kitap ve raporlara rağmen bu iddialara kulak asılmadığını da birlikte düşünürsek yanıtı aranması gereken en önemli soru karşımıza çıkıyor: “Bu hakikat fark edilmemiş mi? Yoksa fark edilmek mi istenmemiş? Hem sivil hükümetlerin, hem de ‘laikliğin bekçisi’ iddiasındaki ordunun böyle bir örgütlenmeye karşı gevşek davranmasını kim, nasıl açıklayacak? Yoksa bu gevşek tutum bilinçli bir tercih miydi?”
Şu kesin ki Gülen Cemaati birdenbire değil, gücünün doruğuna çıktığında tehlikeli oldu. Yaklaşık yarım asırlık bir zaman dilimine yayılan örgütlenmenin devlet ve toplum için yarattığı tehlikenin sorumlusu elbette tek başına AKP iktidarı değil. Ama Cemaat’in güçlendiği yılların son yıllarda AKP’nin tek başına iktidar olduğu da bir gerçek. FETÖ’nün devleti kendisine “paralel” hale getirdiği gücünün zirvesine çıkma hali, AKP ile kurulan iktidar ortaklığı dönemine denk düşüyor.
Bu gerçekten yola çıkarak, yaşanan tutuklama ve tasfiyeler, haklarından dile getirilen ürkütücü iddialar göz önüne alındığında, “Gülen Cemaati ordu ve bürokrasi içinde gerçekten bu kadar iyi örgütlenmişse, darbe yapmaya ihtiyacı var mıydı” diye de sorabilirsiniz. Ama daha önemlisi, Cemaat 7 Şubat 2012 MİT ve 17/25 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmalarında AKP ve Erdoğan’a yönelik niyetini açık ettiği halde, 248 insanın hayatını kaybetmesine yol açan darbe girişiminin neden önlen(e)mediği çok daha yakıcı ve anlamlı bir soru.
Zoraki nikâhtan zoraki darbeye
Gülen Cemaati’nin devleti kuşatmasının tek sorumlusunun AKP ve Erdoğan olduğunu söylemek çok haklı değil. Gülen Cemaati’nin devlet içindeki örgütlenmesi kimi zaman engellerle karşılaşsa da AKP’den önceki 30 yılı da kapsayarak 45 yıl boyunca sürdü. Haliyle, Cemaat’in devleti kuşatma sürecinin sorumlusu olan çok fazla sayıda siyasi iktidar ve kişi bulunuyor. Ancak en büyük sorumlunun AKP olduğu da bir gerçek. Zira Gülen Cemaati’ne Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın deyimiyle “Ne istedilerse verildiği” ve böylece gücünün zirvesine ulaşması AKP iktidarının 2007- 2012 yılları arasındaki döneminde oldu.
1997’deki 28 Şubat Darbesi’nde Gülen Cemati’nin üstlendiği rol nedeniyle ikili arasındaki en büyük kırılmayı yaratan da daha sonraki zorunlu ittifakın önünü açan da ordu olmuştu. 27 Nisan 2007’deki muhtıranın ardından AKP, ordunun siyaseten geriletilmesini sağlamak amacıyla Gülen Cemaati’yle ittifak yaptı. AKP’nin siyasi desteğiyle, Cemaat’in polis ve yargı teşkilatındaki kadroları bir dizi kumpasla Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarını başlattı. AKP, gayriresmi ortaklık ettiği Gülen Cemaati ile birlikte belirlenen ortak düşmanlarını birkaç yıl içinde ortadan kaldırdı. Bu süreçte Cemaat, AKP iktidarının sağladığı neredeyse sınırsız olanaklarla devlet içindeki örgütlenmesinin doruğuna ulaştı. Polis ve yargının tek hâkimi olan Cemaat kendi kişisel hesaplarını da görmeye başladı. Bu sürecin sonuna varıldığında ortada mücadele edecek düşman kalmayınca iki “ortak”, devlet gücünün ve ganimetinin paylaşımında birbirine düştü.
İlk tartışma 7 Şubat
İkili arasında kamusal alana çıkan ilk çatışmaya 7 Şubat 2012’de MİT soruşturması olarak bilinen olayla tanık olundu. Hedef, görünürde MİT’in üst düzey yöneticileri, aslında dönemin Başbakanı Erdoğan’dı. Bu ilk kriz fazla büyümeden, Cemaat’in de geri adım atmasıyla ateşkesle sonlandı. Ancak “zoraki nikâh” bozulmuştu. Bu olaydan sonra ikili arasındaki “çirkin boşanma” süreci başladı.
Kısa süre sonra, Cemaat’in en önemli insan ve para kaynağı durumundaki dershanelerin kapatılması girişimiyle başlayan savaş, 2013 yılında, 17/25 Aralık diye bilinen hükümeti ve Erdoğan’ı hedef alan yolsuzluk ve MİT TIR’ları soruşturmalarıyla geri dönülemez bir “meydan muharebesi”ne dönüştü. Hemen ardından gelen yerel seçimlerde oy kaybetmesine rağmen birinci parti çıkan AKP, birkaç ay sonra doğal lideri Erdoğan’ı da Cumhurbaşkanlığı koltuğuna taşıyınca Cemaat için sonun başlangıcına gelindi.
‘Kazıma’ operasyonu
Erdoğan’ın talimatıyla devlet bürokrasisinin kilit noktalarından Cemaat kadroları tasfiye edilmeye başladı. Meclis’teki ezici çoğunluğuyla hukuku paspas, yürütme ve yargıyı sopası haline getiren AKP, Gülen Cemaati’ne yönelik adeta kazıma operasyonlarına girişti. Emniyet teşkilatındaki Cemaat mensubu olduğu öne sürülen çok sayıda üst düzey polis ya tutuklandı ya görevlerinden alındı. Aynı şekilde, yargı içinde yuvalanmış, Cemaat mensubu olduğu bilinen birçok hâkim savcı da pasif görevlere atanarak kızağa çekildi.
Cemaat’in finansal kaynaklarını da kurutmak için birçok holdinge, hükümete yönelik muhalif yayınlarına son vermek için de Cemaat’a ait oldukları bilinen medya organlarına kayyım atamalarıyla el konuldu.
Sıra TSK’ye gelince
Açılan soruşturmalarla güvenlik bürokrasisindeki örgütü giderek küçülen Cemaat’in on yıllar boyunca kendini en iyi gizlediği yer olan TSK’ye sıra gelmişti. İzmir ve Ankara merkezli yürütülen iki ayrı soruşturmada isimleri belirlenen birkaç yüz subay şüpheli olarak fişlenmişti. Ağustos Şûra’sında tasfiye edilmeleri hemen hemen kesindi. İzmir merkezli soruşturmayı yürüten Savcı Okan Bato, eğer 15 Temmuz kalkışması olmasa idi ertesi sabah erken saatlerde TSK içindeki Cemaat örgütlenmesine yönelik büyük bir operasyon kararı almıştı. Birkaç yüz subayın bu operasyonlarda gözaltına alınacağı konuşuluyordu.
Bu gelişmelerden güçlü kaynakları ile haberdar olan Cemaat mensubu askerler, başka bir tarihte yapılması planlanan darbeyi zorunlu olarak öne çekti ve 15 Temmuz gecesi kanlı kalkışmayı başlattı.