Gündem

11 gazeteden 17 köşe yazarı gündem için ne yazdı?

Murat Yetkin: Yapılan, 57 ülkenin üye olduğu dev bir örgütün (İİÖ), asıl işi o örgütün ortak kararlarını söylemek olan saygın yetkilisini (İhsanoğlu) Türk dış politikasını uygulamamakla suçlamak

20 Ağustos 2013 12:19

Taraf'tan Cengiz Aktar, Murat Belge; Vatan'dan Ruşen Çakır; Cumhuriyet'ten Özgen Acar; Yeni Şafak'tan Ali Saydam, Abdülkadir Selvi; Zaman'dan Mümtaz'er Türköne; Star'dan Sedat Laçiner; Radikal'den Koray Çalışkan, Murat Yetkin; Hürriyet'ten Mehmet Y. Yılmaz, Sedat Ergin, İsmet Berkan; Sabah'tan Mehmet Barlas, Erdal Şafak, Milliyet'ten Sami Kohen ve HaberTürk'ten Umur Talu gündem konuları hakkında yazdı.

İşte köşe yazılarından bazı bölümler:  

 

Ruşen Çakır - Vatan

Mısır neden çok önemli? Türkiye ne yapabilir?

 

Mısır’da askeri rejimin tüm toplumu karşısına aldığı şeklindeki algının yanlış ve buna bağlı olarak sakıncalı olduğunu söylemek şart. Zira askeri rejimin arkasındaki toplumsal desteği görmediğimizde, Mısır’da gerilimin iyice tırmanmasının, daha önce, mesela Cezayir ve Lübnan’da yaşanmış ve günümüzde Suriye’de yaşanan iç savaşlardan daha tehlikeli sonuçlara yol açabileceğini de ıskalamış oluruz.

Mısır konusunda Türkiye (ve tabii ki diğer güçler) dört koldan faaliyet yürütebilir:

1) Askerlerin devirdiği Mursi’ye ve onun geri dönmesini isteyen kitlelere destek vermek, ki ilk günden itibaren hem devlet, hem de toplumun ciddi bir bölümü bunu yapıyor.

2) Uluslararası topluluğu harekete geçirmek, ki bu yoldaki çabalardan bugüne kadar ciddi bir sonuç alınmışa benzemiyor. Öyle ki Mursi ve darbe karşıtlarıyla birlikte Türkiye de uluslararası sahnede yalnızlaşıyor.

3) Askeri rejime baskı yapmak, ki bugüne kadar yaşananlardan köprüler iyice atılmış olduğunu anlıyoruz. Sonuçta Ankara’nın Kahire’deki geçici yönetime doğrudan ulaşmasını sağlayacak mekanizmalara sahip olduğu bile kuşkulu.

4) Darbeye destek veren Mısırlılara yanlış yolda olduklarını söylemek, ki bir ay önce Kahire’ye gittiğimizde bu kesimlerin Türkiye’ye ve Türklere karşı alabildiğine öfkeli olduklarını görmüştük.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Sami Kohen - Milliyet

Türkiye arabulucu olabilse...

 

Bir ara Türk diplomasisinin bölgemizdeki sorunlarla ilgili yaklaşımı, Ankara’nın arabulucu olarak devreye girmesini sağlıyordu. Gerçekten Türkiye birçok meselede (Suriye-İsrail, Irak-Suriye, İran-ABD, Afganistan-Pakistan, Irak’ta ve Lübnan’da Şii- Sünni gibi uyuşmazlıklarda) arabulucu veya “kolaylaştırıcı” rollerini üstlenmişti.

Bölgedeki son olaylarda ne yazık ki bu şans kayboldu. Irak, Suriye ve şimdi de Mısır krizlerinde Hükümet’in izlediği politika, Ankara’nın arabulucu veya kolaylaştırıcı rolü oynamasına imkân bırakmadı. İktidar, bu sorunlar karşısında “ilkeli” bir tavır almayı tercih etti ve bu kıstası benimserken de, sonuçta taraf tuttu, hatta bazı uyuşmazlıklarda bizzat taraf oldu.

Mısır meselesinde -daha önce Suriye krizinde olduğu gibi- Ankara uluslararası topluluğun geniş bir kesimi ile karşı karşıya gelmiş durumda. Türk liderlerin kullandığı sert retorik bu ülke ve kurumlarla arayı daha da açıyor.

Ankara şimdi Mısır sorununa çözüm bulunması için Kahire üzerinde etkili olabilecek ülke ve kurumları göreve çağırıyor. Oysa daha dengeli ve pragmatik bir politika izleseydi, daha önce olduğu gibi, bizzat devreye girip arabulucu veya kolaylaştırıcı rolünü oynayabilirdi.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Mehmet Barlas – Sabah

Yeni bir balkon konuşması canları sıkılanları tatmin eder mi?

 

Ne kadar çok aklı başında, soğukkanlı, dirayetli yol göstericilerimiz var...

Mesela Başbakan Erdoğan bunların sözünü dinlese, yatağını balkonuna sermesi gerekmez mi? Çünkü "Başbakan balkon konuşmasını yine yapsa ortada hiçbir sorun kalmaz" diyorlar.

O yakılan otobüsler, iş araçları, ambulanslar, kaldırımlardan sökülüp vitrinlere atılan taşlar meğer hep "Balkon konuşması"na duyulan özlemi yansıtmaktaymış.

Yoldan geçen çapkın balkondaki güzel kadına "Saksıdaki çiçeği bana atar mısınız" diye harfendazlık edince güzel kadın saksıyı çapkının başına atmış ya...

İşte böyle şeyleri düşünüyor insan...

Mazmahor'dan gelip İstanbul'daki evde çalışmaya başlayan kızın evin hanımına koşup "Radyoda duydum, balkonlardan soğuk hava dalgası geliyormuş, ne yapacağız" diye telaş etmesini hatırlıyorum hep.
 

Balkanlar ve balkonlar

 

"Balkanlar"ı "Balkonlar" diye işitmek, söyleneni değil algılananı duymak değil midir?
Buna benzer bir anı da Antep'ten İstanbul'a göç eden çiftin, Aksaray'daki apartman katındaki ilk gecelerine ilişkin...

Gece yarısı hanım bir ses duyup uyanıyor... Bir bakıyor ki odadaki bir adam kocasının pantolonun ceplerini karıştırmakta. Yorganın altından kocasının bacağını dürtüyor, adam uykulu uykulu "Ne var hanım" diyor. kadıncağız fısıldayarak cevap veriyor:

- Uyan artık. Odada hırsız bey var...

Mesela Başbakan yeni bir balkon konuşmasında "Çapulcu bey" veya "Sayın nefret" diye kendisini yok etmeye çalışanlara hitap etse, ne güzel olurdu değil mi?

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Erdal Şafak – Sabah

Darbe ya da karşı devrim

 

19 Ağustos, yani dün, iki darbenin ya da karşı devrimin yıldönümüydü. Acaba pek hatırlayan var mı?
İlki, Prag İlkbaharı'nın sonunu getiren Varşova Paktı ordularının Çekoslovakya'ya müdahalesi, daha doğrusu el koymasıydı. "Güleryüzlü Sosyalizm" deneyi bu müdahaleyle kan gölünde boğuldu. O deneyin mimarı Aleksandr Dubçek etkisiz ya da zararsız hale getirildi. Yıl: 1968. 19 Ağustos 1968.

İkincisi, Soğuk Savaş'ı yitiren, dolayısıyla varlık nedeni ortadan kalkan Sovyetler Birliği'ne "Şeffaflık" ve "Yeniden Yapılanma" politikalarıyla yeni bir soluk ya da cansuyu vermeye çalışan Mihail Gorbaçov'a karşı Komünist Parti'nin en tutucu, en bağnaz kanadının kalkıştığı "Moskova Darbesi"nin yıldönümüydü. Yıl: 1991. 19 Ağustos 1991.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

İsmet Berkan - Hürriyet

Çözüm sürecini unutmaya başladık galiba



Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ‘Daha çekilmeyi tamamlamadılar, hala yüzde 20’lerdeler’ diyor. Abdullah Öcalan, hükümetle yürütülen görüşmelerde kendi statüsünün yükseltilmesi gerektiğinden söz ediyor. BDP Eş Başkanı Demirtaş, ‘15 Ekim kritik tarih’ diyor.

Terör haberi, ölüm haberi gelmeyince, yani bir anlamda ‘normal’e dönülünce geri kalan her şey de ‘normal’ oldu sanıyoruz. Oysa durum öyle değil. Hatta ‘Çözüm süreci’ açısından son derece kritik günlerden geçmekte olduğumuzu bile söyleyebiliriz. Çünkü, hükümet ile PKK arasındaki karşılıklı güvensizlik her geçen gün biraz daha büyüyor.

Başbakanın verdiği ‘Yüzde 20’ rakamı doğruysa, (ki şu aşamada doğruluğundan şüphelenmek için bir sebep yok; çünkü ‘Hayır yüzde 20 değil 60’ diyen yok) PKK’nın Türkiye’yi terk etmeyi neden ağırdan aldığını, hatta sallantıda bıraktığını bilmek gerekiyor.

Öte yandan PKK’nın ve Kürt siyasi hareketinin hükümetten bazı beklentileri olduğu ve onların da hükümeti ‘Ağırdan almak’la suçladığı biliniyor.

Nisan ayına geri dönecek olursak, hükümetten iyi haber alan gazetecilerin o ay içinde birkaç kez ‘Çözüm süreci Kasım 2013’te tamamlanacak’ diye yazdığını da hatırlamalıyız.

Kasım 2013 öyle gökten düşme bir tarih değil. 2014 Mart ayında yerel seçim olacağı hatırlanırsa, milletvekillerinin seçim bölgelerine dağılmasıyla birlikte Meclis’in Aralık 2013-Nisa 2014 arasında pek verimli olmasını beklememek lazım. O yüzden Kasım kısa vadeli bir sınır.

Fakat Ocak 2013 ile Mayıs 2013 arasında çok hızlı gelişmelerin yaşandığı ‘Çözüm Süreci’nin Mayıs sonundan itibaren bir duraklamaya girdiğini de herkes gözlüyor.

Bazıları bu duraklamayla Gezi olayları arasında bağlantı kuruyor.

Şiddet kullanmadan dile getirilen demokratik taleplere hükümetin ve devletin sert muamelesinin bugün bile bittiğini söyleyemeyiz.

Bu muamele biçiminin tamamı esasen demokratikleşme ve insan haklarının yüzde 100 uygulamaya girmesinden ibaret olan ‘Çözüm süreci’ konusunda hükümete dönük bir güvensizlik yarattığı da ortada.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Sedat Ergin – Hürriyet

Erdoğan Suudilerle köprüleri atıyor

 

Hatırlanacağı gibi, darbeden hemen sonra Mısır’daki askeri rejime ilk yardım musluğuna açan başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleri olmuştu. Erdoğan’ın Bursa’daki açıklamasının adresi de açıkça Körfez ülkeleri, öncelikli olarak da Suudi Arabistan. Özetle Erdoğan, Suudi Arabistan’ı herkesin anlayacağı şekilde tarif ederek, “darbecilerin ortağı” olmak, “ikiyüzlü davranmak” ve “terörü alkışlamakla” suçluyor. 
    
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik de önceki gün Twitter üzerinden merkezi Suudi Arabistan’da bulunan İslam İşbirliği Teşkilatı’nı (İİT) ve kuruluşun Genel Sekreteri Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu’nu Kahire’deki darbe ve zulüm karşısında sessiz kalmakla suçluyor.

Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın önceki gün Kanal 24’te sarf ettiği şu sözler çok daha büyük bir kopmanın habercisidir: “Ortadoğu’da krallıklar var. Bütün krallar darbeci Sisi’nin ve arkadaşlarının arkasında. Neden? Çünkü ‘Mısır’da demokrasi, insan hakları, hürriyet, eşitlik ve adalet anlayışı başarılı olur, halkın iradesiyle iktidarlar değişir ve refah oluşursa, bir gün bizim halklarımız da biz de Mısır gibi olalım derse, bizim tahtımız, tacımız ne olur’ diyen monarşik yönetimler var.”

Buradaki mesaj Körfez’in yanı sıra Ürdün  ve Fas gibi ülkelere de gidiyor.

Yapılan bütün bu açıklamaların ortak anlamı, özellikle Körfez’deki krallıkların bugüne dek Ankara nezdinde yararlandıkları eleştirilmezlik, dokunulmazlık perdesinin AK Parti hükümeti tarafından kaldırılmış olmasıdır. AK Parti liderliği, iktidara geldiği ilk günden bu yana azami saygıyla yaklaştığı kraliyet ailelerine artık ağır ifadelerle çatmakta, suçlamalar yöneltmektedir.

Bu açıklamaların Türkiye’nin söz konusu ülkelerle ilişkilerinde ciddi bir hasara yol açmaması düşünülemez. AK Parti hükümeti, Türkiye’nin bölgede pek çok aktörle arasının açık olduğu, giderek yalnızlaştığı bir dönemde karşısına aldığı ülkelere Suudi Arabistan başta olmak üzere Ortadoğu’nun bütün krallıklarını da eklemiştir.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Mehmet Y. Yılmaz – Hürriyet

Davutoğlu’nun iflas ilmühaberi!
 

AKP yöneticileri, “Yeterince aktif değil” diyerek İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu’nu şiddetle eleştiriyorlar. Hızını alamayıp “Ben onun yerinde olsam istifa ederdim” diyen Başbakan Yardımcısı bile var!

Aslına bakarsanız bu vesileyle “istifa” diye bir kavramın varlığını hatırlaması gereken birisi varsa o da kuşkusuz ki Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’dur.

Ama bizde böyle şeyler olmaz. Görevden alınana kadar koltuklarında oturmaya devam ederler. Davutoğlu da öyle yapacak ama acaba daha ne kadar süre?

Şu satırları “yarı resmi” Sabah’ın Ankara Temsilcisi Okan Müderrisoğlu yazdı, bir bakan ile Meclis kulisinde Türkiye’nin dış algısının bozulması üzerine sohbet ediyormuş:

“Temel sorunumuz zaman zaman, söylemlerimizin, eylemlerimizin önünde gitmesi. Siyasi, askeri, ekonomik ve teknolojik gücümüzün çok üstünde laflar ettik. Çevremizi hareketlendirdik, halklara umut aşıladık. Bu arada bölgesel çıkarları zedelenen ülkelerin hedefi haline geldik. Diplomaside gücünüzün yüzde 20–25 üzerinde konuşabilirsiniz. Lakin iki–üç kat üst perdeden konuşup, gerisini getiremezseniz hayal kırıklığı yaratırsınız.”

Müderrisoğlu ciddi bir gazeteci, bunları kafasından uydurmadı, belli ki hükümet içinde de Davutoğlu’na yönelik ciddi bir eleştiri var.

Bunun sonunda Davutoğlu görevden alınır mı, alınmaz mı, bilemem.

Ama belli olan bir şey var ki Başbakan’dan sonra AKP lideri olma hayali, artık Davutoğlu için çok uzak!

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Murat Yetkin - Radikal

Mısır mı, Suriye mi, Kürt mü?

 

Türkiye'nin birinci meselesi hâlâ Cumhurbaşkanı Gül'ün söylemiş olduğu gibi Kürt meselesi midir? Yoksa Suriye mi? Yoksa Mısır mı?

Türkiye’nin Ortadoğu politikasının her gün biraz daha zora girmesinin acısını İslam İşbirliği Örgütü’nün (İİÖ) düne kadar baş tacı edilen genel sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu’dan çıkarmaya çalışmak, gelinen noktanın ne kadar kaygı verici olduğunu gösteriyor.

Yapılan, 57 ülkenin üye olduğu dev bir örgütün, asıl işi o örgütün ortak kararlarını söylemek olan saygın yetkilisini Türk dış politikasını uygulamamakla suçlamak. Dahası, Türkiye etkin üyesi olduğu İslam İşbirliği’ni Mısır nedeniyle toplantıya çağırmış da değildir, üstelik örgütün dönem başkanlığı Mısır’dadır.

Bundan birkaç yıl önce Ortadoğu’daki resmi ve gayri resmi her aktörle konuşuyor olmakla haklı olarak övünen Türkiye, bugün Ortadoğu’nun üç önemli ülkesi, Suriye, İsrail ve Mısır’dan büyükelçisini çekmiş durumdadır.

Yakın zamana kadar o ülkelerdeki başka ülkelerin rehinlerini kurtarmaya çalışan Türkiye, bugün Lübnan’da kaçırılan THY pilotları için İran’dan, Mısır’da tutuklanan TRT muhabiri için darbeci olarak lanetlediği rejimden yardım istemek durumundadır.

Ankara’nın gündeminde Suriye’den sonra Mısır yükselmekte, ancak giderek dipten yükselen Kürt sorununa çözüm dalgasının gündemde geriye itildiği izlenimi hâkim olmaktadır.

Soru şudur: Türkiye’nin birinci meselesi hâlâ Cumhurbaşkanı Gül’ün söylemiş olduğu gibi Kürt meselesi midir? Yoksa Suriye mi? Yoksa Mısır mı?

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Koray Çalışkan – Radikal

Her yer Rabia, her yer direniş

 

Gezi’yi destekleyenler Rabia konusunda ne yapmalı? Benim yanıtım, ilkesel olarak İhvan’ın yanı. Neden? Siyasetlerini günahım kadar sevmem. Demokrat olduklarını da düşünmüyorum. Ama darbe karşısında düşmanın olsa yanında duracaksın. Çünkü demokrasiyi ordu kadar darp eden başka bir kurum yok. Hatta İhvan’ın kendi ordusunu yaratmak için yaptığı kur ve bel hareketleri, Mısır toplumunu kutuplaştırmak için çevirdiği tezgâhlar dahi bu ilkesel duruşu zayıflatmaz. Demokrasi ‘ama’sız kurulan bir cümledir.

Suudi Arabistan, Katar, BAE, Filistin Yönetimi, İran, kısacası bütün Ortadoğu İhvan’a sükûnet, orduya ‘kendine gel’ çağrısı yapıyor.

Bu süreçte tamamen etkisiz eleman haline gelmiş tek ülke Türkiye. AK Parti’nin artık kendisinin de, İbrahim Kalın gibi en yetkili ağızlarından itiraf ettiği üzere yaşadığı şey ‘Değerli Yalnızlık’. Ancak yeni kuramlar peydahlamak eski hataları gizlemez. Sonuç belli. AK Parti’nin hissi ve ideolojik dış politikası tartışmaya yer bırakmayacak şekilde iflas etmiştir.

Kısa bir süre sonra İhvan bloku çatlayacak ve içinden birçok cihatçı grup çıkacaktır.

Yapılması gereken, iki tarafın da dinleyeceği bir pozisyona çekilerek, mızmız, tahrikçi ve şikâyetçi değil, yapıcı bir dış politikayla İhvan’ın yasaklanmadan Mısır’ın bir an önce seçime gitmesini sağlamaktır. Bu noktada Mısır’da doğup büyümüş, Mısır’ı ikinci vatanı olarak gören Ekmeleddin İhsanoğlu gibi sıradışı insanları daha etkin hale getirmek gerekir. AK Parti’nin yaptığı ise sakin ve kararlı duruşu nedeniyle onu da azarlamak.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Sedat Laçiner - Star

Yalancı Bahar

 

İhvan’a, hem de Mısır’da yeşeren demokrasi ümitlerine çok yazık oldu... Belki de 40-50 yılın emeği bir çırpıda boğuldu, adeta sıfırlandı... Ne yazık ki liberaller, demokratlar ve hatta bir kısım dindarlar da bu katliama onay verdiler, darbecilerin yanında yer aldılar...

Türkiye de dâhil, birçok kişi Batı dünyasının darbeye ‘dur’ demesini beklerken, Batı’nın Ortadoğu’da kendisine demokrat olduğu, yaşananları durdurmak bir yana, içten içe mutlu olduğu kısa sürede anlaşıldı. Rusyası, ABD’si ve Avrupası Müslüman Kardeşler ve benzeri yapıların iktidar şanslarının kalmamasını istiyor, bu çok açık...

Batı’nın yaklaşımı hayal kırıklığına neden olurken, en büyük soğuk duş Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın İhvan’ı terörist ilân etmesi ve Mısır Ordusu’nun yanında yer aldıklarını açıklaması ile yaşandı. Böylece anlamış olduk ki sadece Mısır toplumu değil, genel olarak İslam dünyası paramparçadır ve siyasi anlamda İslam dünyası diye bir dünyadan bahsedebilmek mümkün değildir.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Mümtaz'er Türköne - Zaman

Darbeciler ve destekçileri kaybediyor

 

İslâm İşbirliği Teşkilatı üzerinden Ekmeleddin Hoca’ya yüklenmek sadece bir haksızlık değil; bu haksızlık doğru yolda ilerlememizi de engeller. Ekmeleddin Hoca, Arap dünyasını çok yakından tanıyan bir entelektüel-ilim tarihçisi, üstelik zarif bir İstanbul beyefendisi. Mısır’da dökülen kana dair kişisel tepkilerini, Suud ailesini hop oturup hop kaldıracak ölçüde dile getiriyor. İİT’nin tavrı için ise bu teşkilatın yapısı hakkında fikir sahibi olmak gerekir.

Projektörü Suud monarşisine ve arkasındaki Körfez emirliklerine çevirmek lâzım. Mısır’da darbecilerle halk arasında süren savaş, bu arkaik monarşilerin sonunu da belirleyecek. İhvan, darbe ile devrilirken Selefîler darbeye verdikleri destekle bu dev cüssenin altında kalıp ezildi.

Mısır darbesi, Selefîliğin sonunu getirdi. Bugün oyları he dört kişiden birinin oylarını alan Selefîlerden Mısır’da geriye hiçbir şey kalmadı. Suud ailesi, yıllar boyu yatırım yaptıkları Selefî hareketi, darbecilere destek vermek adına bozuk para gibi harcayıp tüketti.

ABD başta olmak üzere Batı dünyası, Mısır’da ve Suriye’de olanlara, İsrail’in güvenliği açısından yaklaşıyor. Ateş çemberi içinde kalan İsrail dahil olmak üzere bu kan deryasının hiç kimseye hayrının olmayacağını kısa zamanda fark etmelerini bekliyoruz. Asıl ve öncelikli sorun bölgenin aktörlerinde. Suud monarşisinin ve Körfez emirliklerinin bu kadar pervasız ve aracısız sahaya inmeleri ve ellerindeki bütün sermayeyi tüketmeleri, bir şeylerin sona yaklaştığını da göstermiyor mu?

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Abdülkadir Selvi - Yeni Şafak

Türkiye neden müracaat etmedi

 

Tartışmanın fitilini İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu ateşledi.

Mısır'daki katliam karşısında sessiz kaldığı yönündeki eleştirilere karşı, İİT'nin toplanması için Türkiye'nin başvurusu bulunmadığı kozunu masaya sürdü.

Ekmeleddin bey, uluslararası kuruluşlardaki en üst düzey Türklerden birisi olması nedeniyle, onu gözbebeğimiz gibi koruruz.

Ekmeleddin Bey'in bu iddiasını araştırdım. Doğru. Türkiye bir girişimde bulunmamış.

Neden girişimde bulunulmadı sorusunu araştırınca ortaya başka bir tablo çıkıyor. Aslında bu sorunun cevabını en iyi bilen kişi Ekmeleddin İhsanoğlu.

İTT'yi olağanüstü toplantıya çağırması için Türkiye'nin bir sonuç alacağını görebilmesi gerekiyor.

Mısır'ın dönem başkanlığını yaptığı İİT'nin merkezi Suudi Arabistan'da ve teşkilatın giderlerini Suudi Arabistan karşılıyor. Suudi Arabistan'la birlikte hareket eden Birleşik Arap Emirlikleri başta olmak üzere Körfez Emirliklerinin de teşkilatta hissedilir bir ağırlığı var.

Darbeci Mısır'ın dönem başkanı, Suudi Arabistan ve BAE'nin darbenin sponsoru olduğu bir teşkilattan Sisi yönetimi için hangi kararın çıkmasını bekliyorsunuz? Çağrı şov için yapılmaz.

Ekmeleddin İhsanoğlu, Mısır'daki darbe ve sivillerin katliamı konusunda ise ağzını açmadı.

Ama Darbenin ardından Mursi'yi eleştirmeyi bildi. Mursi'yi eleştirirken, İİT toplanıp karar mı almıştı?

Kendisinden beklenen Ekmeleddin İhsanoğlu olarak darbeye darbe demesi ve Müslüman katliamına karşı çıkmasıydı.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Ali Saydam - Yeni Şafak

Gezi ruhu neden Mısır için sokaklara çıkmaz?

 

Çünkü, bu ruh aradığı bedenini Mısır'da bulamaz da ondan…

Mısır'da dökülen kana, gelişmiş bir toplumsallık duygusuyla isyan eden gençler bir yanda; onlarla henüz 'yeni tanışmakta' olan Gezi'nin çekirdek kadrosu öte yanda…

Pek çoğu, Türkiye'nin sancılı yıllarını bedeller ödeyerek yaşamış ailelerin içinde ve internetli, çok kanallı televizyonlu evlerde yetişmiş bir gençlik kesiminden söz ediyoruz. Bu gençler, bugün Gezi Parkı, yarın Carretta'lar için sokağa dökülebilirler.

Mursi'yi iktidara taşıyan Arap Baharı rüzgarındaki büyük gösterilerden heyecanlanmış olmalarına rağmen Mısır'daki darbeyi bizim ülkemizde kimin kınayıp kimin kınamadığı konusunda 'çetele tutulması' onlara manasız gelebiyor. (İçlerinden birinin benzetmesi şöyle: 'Mesela çok sevdiğimiz ve kaybettiğimiz bir büyüğümüz için başsağlığına gelmeyenleri kafaya takan ebeveynlerimizi de anlamıyoruz. Anlamak da istemiyoruz. Gönül koyuyorsan sessizce, içinden dertlenebilirsin.') 

‘Ergenekon, Balyoz ve Geziciler' sıralamasındaki özensiz ve bir o kadar da toptancı yaklaşımın insaf derecesini ölçmeye de niyetlerinin olduğunu sanmıyorum.

Mısır'da olup bitenleri anlamaya çalışan bir üniversite öğrencisi, 'Hocam, İslam ülkelerinde kamu diplomasisinin yerleşmemiş olması, Mısır'ı bugün daha iyi anlamamıza engel değil midir?'' diye soruyorsa, durup düşünmeliyiz.

Unutulmasın ki, birbirleriyle ilişkileri bugüne kadar özel olarak kesilmiş, aralarına duvarlar örülmüş tüm gençlik kesimleri, şu sıra dil birliği aramak için konuşmaya, tartışmaya henüz yeni yeni başlıyorlar.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Murat Belge - Taraf

Demokratik evrim konusu

 

Arap- İslâm dünyasında ilkin “bahar sevinci”, sonra da bunu izleyen “karakış” koşulları, bütün dünyada “İslâm ve demokrasi” tartışmalarını canlandırdı.

Her Müslüman’ın demokrasiyi içtenlikle benimsemesi, sevmesi düşünülemez (öyle olsaydı İslâm dünyasının hâlihazırdaki durumunu açıklamak daha zor olurdu). Ama sevenler var ve onlar İslâmiyet ile demokrasinin birbiriyle bağdaşır şeyler olduğunu savunuyorlar.

Bunu bende savunuyorum ama bir biçimde savunuyorum. En geniş bağlamda, her ideolojinin (bana göre dinî inanç sistemleri de ideolojilerdir), yalnız “demokrasi” değil, her türlü ideolojik ya da kurumsal yapılanmayla bağdaşabileceğini düşünüyorum. Burada bir mümin Müslüman var, demokrasinin de iyi ve gerekli bir şey olduğunu düşünüyor; dolayısıyla o, bağdaşırlığı savunuyor, bunun için kanıt getiriyor. Şurada bir başka mümin Müslüman var, ama onun demokrasi konusunda görüşleri farklı; diyelim ki bunun bir “gâvur icadı” olduğunu düşünüyor, İslâm’a uymayacağına inanıyor. O da aynı genel kaynaklara bakacak (yani Kur’an’a ve Hadis’e), uymadığını gösteren sözleri seçerek görüşünü destekleyecektir.

Sorun pratik bir sorun: “teoride İslâm bunlarla bağdaşabilir mi?” değil, öncelikle. Bağdaştığı bir örnek var mı? Tarihte görülmüş mü? Bu soruların cevabı olumsuz. Deneyler var, çabalar var, ama “Buyurun, işte örnek burada” denecek bir şey yok.

Dünyadaki pratiğe bakınca, “İslâm ve demokrasi sentezi” denebilecek en önemli deneyimin hâlen Türkiye’nin deneyimi olduğunu düşünüyorum. Şüphesiz, burada bitmiş, tamamlanmış bir süreç yok, hattâ belki bir “yoldan çıkma” olayının geçerli olup olmadığının tartışılması gerekiyor.

Mısır’da, Suriye’de olanları seyrederken, demokrasinin bu ülkelerde başına gelen işlerin sorumlusunun İslâm olduğunu da düşünmüyorum, doğrusu. Bence asıl sorun, arada dinî inanç olmaksızın, doğrudan doğruya bu toplumların demokratik kurumlarla ilişkilerinin zayıflığında aranmalı. Demokrasi, “Ey Demokrasi! Geldinse üç kere vur!” diye davet edilecek bir şey değil. Yaşanarak inşa edilecek bir şey. Tunus’ta, Libya’da, Mısır ve Suriye’de, bunca yıldır yaşanan ve inşa edilen şey demokrasi değildi. Ayaklanan halklar, evet, demokrasinin yokluğuna isyandı. Ama yokluğuna isyan etmek, onu “var etmek” anlamına gelmiyor.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Cengiz Aktar - Taraf

Mısır ve AKP

 

Her şeyden önce iktidar, Arap coğrafyasında siyasî İslâm’ın Türkiye modeline en çok ihtiyacı olduğu bir dönemde iç politikada berbat bir görüntü sergiliyor. Bütün denge- denetleme mekanizmalarının işlevsizleştirilmesi sonucunda otoriterleşme ve tekadam sultası Türkiye’deki siyasî İslâm’ın demokratik sınırlarını söylüyor bize. Aynı minvalde, Mursi’nin yaptığı hatalarda, düştüğü tuzaklarda AKP’li akıl hocalarının hiç mi payı yok?

Bu durumda kime ne dersi verebilir Türkiye? Bugün darbe karşıtı olmanın demokrat olmanın garantisi olmadığının en mümtaz örneği Türkiye’deki iktidar partisi değil mi? Kendi halkına adil olmaktan aciz bir Musa’nın Mısır’a hayrı mı olur? Artık, bugünkü zayıf Türkiye örneğinin aksine Fas ve Tunus’taki itidal ve koalisyon arayışları, ya da AKP’nin ilk dönemindeki zımnî koalisyon deneyimleri öne çıkıyor. Bu coğrafyada siyasî İslâm’ın evrimi hele Mısır’daki darbe sonrasında bu çeşit arayışlardan geçiyor. Neo-otoriter kalkınmacılıktan değil.

İkincisi yaptırımlar. Sefirini çeken tek ülke herhalde Türkiye. Aynı çerçevede, Ülker Grubu’na dâhil Yıldız Holding’in Mısır’da faaliyet gösteren bisküvi fabrikasında lokavta gitmesi çalışan 910 işçiyi cezalandırmaktan başka ne işe yarayabilir? Başta demokrasiyle işi olmayan İran’a uygulanan ekonomik yaptırımlara ve genelde her çeşit ekonomik yaptırıma, bir işe yaramayacağı ve aksine halkları cezalandıracağı için her daim karşı çıkmış olan iktidarın, rivayetlere bakılırsa dolaylı dolaysız her türlü malî desteği kesmeye yeltenmesi öfke ve kibirden başka bir şey değildir.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Özgen Acar - Cumhuriyet

Sıfırlanan Dış Siyasa!

Dışişleri Bakanlığı resmi internet sitesinde Atatürk’ün adı verilmeksizin şöyle bir paragraf yer alıyor:

“Türkiye, ‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’ ilkesi ve bu ilkenin günümüze yansımasını oluşturan komşularla sıfır sorun yaklaşımı çerçevesinde, komşu coğrafyalarda bir istikrar, güvenlik ve refah kuşağının yaratılması ve başta komşuları olmak üzere, bölgede yer alan tüm ülkelerle ilişkilerin ve işbirliğinin geliştirilmesini hedefleyen bir politika izlemektedir.”
Yersen!
Ayrıca Bakanlığın resmi sitesinde Türk vatandaşlarının; Suriye, Lübnan, İsrail ve Mısır’a gitmemeleri uyarısı yapılıyor!
İsrail’de Türk Büyükelçisi var mı? Yok! İsrail’in Ankara’da Büyükelçisi var mı? Yok!
Suriye’de Türk Büyükelçisi var mı? Yok! Ama Dışişleri sitesinde Ömer Önhon Şam Büyükelçisi olarak görülüyor, oysa Ankara’da “Müsteşar Yardımcısı” görevinde! Suriye’nin Ankara’da Büyükelçisi var mı? Yok!
Mısır’da Türk Büyükelçisi var mı? Yok! Mısır’ın Ankara’da Büyükelçisi var mı? Yok!
Neden mi? Karadenizli Temel’in fıkrasında olduğu gibi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan “Tanımayrum ben oni!” diyor.
Böylece “sıfır sorun” artık “sıfırlanmış” olmuyor mu?

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

 

Umur Talu - HaberTürk

Dört parmak havaya... bir parmak kafaya!

 

Şu çok kolaycı bir izah tarzı oluyor:

Gezi darbe girişimiydi...

Mısır'daki ise darbeye direniş!

İkincisi köküne kadar, katledilen her bir insanın kılına kadar nasıl doğruysa...

İlki, aralarında (Mısır'da kanıtladıkları üzere) "darbeseverler" bulunsa dahi, öyle değil !

Birinin "meşru iktidara karşı" olması ile diğerinin "darbeye karşı olması" da kıyas ediliyor.

Bir iktidar ele geçirme, gasp etme meselesi olsa... tamam, ama öyle de değil.

Tam tersine, bir itiraz, bir protesto; can sıksa bile direniş, meşru iktidara karşı da olur.

Yoksa "Batı demokrasiler"i hergün darbe tehdidi yaşıyor, hergün atlatmış olurdu.

Öğretmen ve öğrencileri ihbar etmesi istenen öğrenci ve öğretmenler...

Komşunun kuyusunu kazmaya davet edilmiş komşular...

Üniversitelerde kara listeler...

Kazınan gazeteciler...

Kamuda temizlik, özel sektörde av...

Statlarda tehdit...

Ve sürekli karalama, aşağılama.

Neredeyse her darbe hukukunun ayrılmaz parçası olan şüphe, itibarsızlaştırma, temizlik, tehdit ve korku parçalarının "demokratik hukuk devleti" remiksleri !

...

Öyle ya da böyle, bak, Mısır'da ölümüne direniyor insanlar.

Gencecik kızlar göğsünü siper ediyor; el ele düşüyor gençlerle yaşlılar.

Şimdi soracaksın kendine ve bir büyüğüne...

Tarihte ne yaptım ben?..

Ne yaptın tarihte baba?

Burada birileri düşerken, düşürülürken...