Türkiye’de 1 Mayıs’ı kutlamaktan çok “1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamanın” öne çıktığını belirten Murat Belge ‘Taksim şart mı?’ diye sordu.
Türkiye’de 1 Mayıs’ı kutlamaktan çok “1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamanın” öne çıktığını belirten Taraf yazarı Murat Belge ‘Taksim şart mı?’ diye sordu.
Murat Belge’nin “1 Mayıs ama Taksim’de” (2 Mayıs 2009) başlıklı yazısının tamamı…
1 Mayıs ama Taksim’de
1 Mayıs’ın “bahar” falan değil de, “emek” kutlaması olarak resmî tatil haline getirilmesi de, AKP hükümetine kalan işlerden biri oldu.
Şimdi ben bu yazıyı yazarken, televizyon kanalları da Taksim’den “naklen yayın” yapıyor, çok kimsenin zihnini kurcalayan “arbede çıkacak mı” sorusuna cevap vermek üzere. İnsanların korktuğu türden büyük bir “arbede” yok ama hiçbir şey yok da denemez. Yıllar içinde oluşan “1 Mayıs sporu”nun koşuşmalı kaçışmalı, coplu gaz bombalı örnekleri yan sokaklarda gene cereyan ediyor.
Sabah’ta Salim Uslu’nun bu konuda söylediklerini okudum. “1 Mayıs bahar, böcek, çiçek bayramı falan değil, evrensel tanımıyla birlik ve dayanışma günüdür” dedikten sonra “1 Mayıs artık Türkiye’de ulusal stres günü olmaktan çıkartılmalıdır” diye eklemiş. Bu ülkede yaşayan büyük çoğunluk herhalde bu sözlerin arkasında durmaya hazırdır.
Ama her durumda ortalık karıştırmaya hazır bir “küçük azınlık” da eksik değil ve anlaşılıyor ki bugün de iş başında.
1977’den beri bu ülkede “ 1 Mayıs’ı kutlamak”tan çok, “1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak” önem kazandı. Bunun niçin böyle olduğu, “1977’den beri” nitelemesiyle açıklanıyor. O yıllarda toplumda “sol”un büyüyen bir varlığı kendini gösteriyordu ve o dönemde “durumdan vazife çıkarmak”la yükümlü kişiler bu gidişi durdurmak üzere komplolar planlıyor ve uyguluyordu. 1977’de 1 Mayıs’a vurulan büyük darbe, bununla o gelişmeye düşürülen koyu gölge, bu plan ve uygulamaların önemli bir adımını oluşturdu. Başarılı olmadığı da söylenmez.
O günle aramızda 12 Eylül darbesi, DİSK’in kapatılması, yöneticilerinin yıllarca hapiste tutulması ve yargılanması gibi olaylar yer alıyor. O günkü DİSK’ten bugünkü DİSK’e geliş de, bu “Ergenekon”un başarı hanesine yazılacak önemli konulardan biri.
12 Eylül Türkiye tarihinin belirleyici bir dönemeci. Dünya tarihinde ise 1989’un sonunda Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başlayan süreç, son derece keskin bir ayraç işlevi gördü, tarihi ikiye ayırdı. Bunun ertesinde (daha önce başlamış olan eğilimlerin de hızlanmasıyla) bilinen biçimleriyle sol büyük bir erozyona uğradı. Bu durum bugün de devam ediyor.
Yeni koşullarda, eski kamplaşmada “sol”da yer aldığını düşündüğümüz çeşitli kişiler ya da hareketlerin hızla “sağ”a kaydığını gördük. Paris’te kural olarak Komünist Parti’yi destekleyen proleter varoşlarında Le Pen’in oyları yükseldi; Sırbistan faşizmi, eski Komünist Parti yöneticilerinin elinde yeşerdi vb.
Bütün bu çarpıcı gelişmelerden sonra oturup neyin ne olduğunu yeniden düşünmemiz gerekiyor. Körü körüne bellenecek değnekler aslında hiçbir zaman olmamalıydı, ama oldu, uğranan yenilgide bunlar da rollerini oynadılar. Ama bütün bu olaylardan sonra gelinen noktada, böyle şeylere bir daha izin vermeyecek bir bilince erişmek gerekiyor.
Onun için, şu özgül durumda, “1 Mayıs’ı ille Taksim’de kutlayacağım” ısrarı da akılcı bir politika olmaktan çıkıyor. Evet, bunu yasaklayan hükümetler, örneğin Polis’in kendini kutlamasını Taksim’de yapmasını desteklediler –provokasyon yaparcasına. Ya da belki bilerek provokasyon yapıyorlardı. Ama böyle de olsa, bununla mücadelenin yolu bu değildir. Zaten konu da 1 Mayıs’tan 1 Mayıs’a, kamuoyu aydınlatılmadan, hazırlanmadan gündeme gelecek bir konu değildir. Bu genç toplumda kaç kişi 1977’yi biliyor da, bu ısrarın nedenini anlasın?
Türkiye bugün tarihinin en belirleyici demokrasi mücadelesini veriyor. DİSK gibi bir kuruluş, bu mücadelenin mi, yoksa onun sabote edilmesi çabasının mı içinde olacağına karar vermek durumunda, öncelikle. 1977’nin hesabı kimden sorulacak? Şimdi yargılanan şebekenin o zamanki elemanlarına ulaşmak istiyorsanız, onların bugünkü temsilcileriyle ittifak karamazsınız. Kuruyorsanız, tercihiniz buysa, demokrasiden, sosyalizmden söz etmeye hakkınız kalmamıştır.
28 Şubat sürecinde sendikal konfederasyonlara da bir rol verildi ve bu rol oynandı, beklenen katkı verildi. Şimdi bunun çok daha tehlikeli tekrarı sahneye konuyor, gerçekleşmesi için de, açıkça görüldüğü gibi, “arbede” gerek, “çatışma” gerek, “huzursuzluk” gerek.
Tercih sizin.