Yusuf Eradam

29 Kasım 2010

HALKIMIZ & HULK’UMUZ!

Hepimiz rehin yaşıyoruz. “Korkularım” güncesi ya da envanteri tuttunuz mu?..

Hepimiz rehin yaşıyoruz. “Korkularım” güncesi ya da envanteri tuttunuz mu? Bir liste yapınız, sonra çevrenize bakınız. Ortaya çıkan resim şu: Geleceğimiz ya da çocuklarımız rehine, gençlerimiz cürüm adayı, yetişkinlerimiz uykucu, yaşlılarımız cennetin bekleme odalarına mahpus. Kısacası, yuvarlanıp gidiyoruz, teslimiyet diz boyu. “Geri dönüşüme lâyık ATIKlar Sınıfı”na girer miyiz, zaman gösterecek. Sistemin atıklaştırdığı insanlarımızdan azizler yaratıyoruz; bu kurban ya da madunlar cürüm işlediklerinde, bizim gülistan hayatlarımızın içine ettiklerinde ise onları suçluyoruz.   



Janus madalyonunun iki yarısı, iki yüzümüz. İktidar ve popüler kültür ürünleri de tıpkı şeytan gibi patronlarına ihanet edemezler (OBEB adlı oyundaki gibi). İtaat kültürü, insanı, hayvanı, doğayı atıklaştırır. Requiem for a Dream (Bir Rüyaya Ağıt) gibi filmler de bu insanlara trajik yücelik yükleyip onların azizler, azizeler gibi görünmelerini sağlar ki aynı durumdaysak katarsisten geçip rahatlayalım, teselli bulalım. Sistem, kurbanlaştırmaya eğilim gösterenlere de birçok mazeret öğretir. (Av olmamak için avcı olmak gerektiği gibi). Dövüş Kulübü, yine aynı sebeplerden, donguldanları rahatsız eden bir film olduğu için kült olmuştur bile. Hulk'un baktığı adam İstiklâl’de ya da Kadıköy’de görülebilir; ‘merkezi yerlerde’ yatan bu adam da dilenci.  


Beyazıt'ta gördüğüm ve arabanın önüne tek bacağı ile atlayıp elindeki boyalı suyu patlatan genç de dilenci. Her ikisi de ne yaptığını biliyor. Her ikisi de, vicdanımızı, duygularımızı sömürüp bize sahip olduklarımızı yitirme korkusunu vererek, hayatta kalıyorlar. 

İlkinin bilmediği ne olabilir? Popüler kurtarıcılardan Hulk'un ona hayretler içinde baktığını. ‘Hulk, senin nereni kurtarayım ben, kurtarsam mı, kurtarmasam mı?’ der gibi bakıyor. Hulk kim? Dönüşüp süper kahramanlaşan insan. Dilencilik de popüler kültürümüzün bir parçası ise, kahramanların şaşırması doğal. Onlar madunları kurtarmaya alışmış ya, şimdi ne yapacağını şaşmış gibi. Popüler kültür, itaat kültürüne hizmet ederken insanları hüp diye içine çeker alimallah. Bu durumda, Tarkan iyi söylemiş: ‘Hüp diye içine çek beni’.          
  
                                                                                                         
Meclise çalışmaya gitmeyen milletvekillerine ‘patron’, yollarımız ayrılacak sözünü verdi. Otoriter kişilikse otoriter, ama kendi adamlarının gözünden düştüğünü söylemesi, onlara hoşgörü göstermeyişi, ona bir dönem daha iktidar verecek kitlenin gözünden düşmemek içindir. Başbakan, Nuri Bilge Ceylan’ın Üç Maymun filmini izlemiş, izlemekle de kalmamış anlamış. Son günlerin gözde sözcüklerinden ‘çakma’ milletvekillerinden oluşturduğu parlamento yerine, daha genç, daha dinamik bir meclis sözü veriyor. İtaat kültürü böyledir; Çoğunluk filmini incelediğim yazımda vurguladığım otoriter kişilikleri yetiştirir, onları ödüllendirir, onlara mevki ve unvanlar verir; onları değiştirip dönüştürür ve Hulk yapar. Halkımız, hulk’unu öyle sevecek, öyle sevecek ki onu tarihin dipsiz kuyusuna yollama hakkını kendinde görmeyecek.                                             

Yıllar önce, sivil itaatsizliğin ne olduğunu öğrettiğimi sandığım sınıfıma, tipik otoriter hoca tavrı ile bir ani sınav yaptırmıştım. Soru şuydu: Sivil itaatsizliği anladığınızı kanıtlayın. Şimdi her biri değerli öğretim üyeleri araştırma görevlisi kızlarım Devrim Kılıçer, Tuba Terci ve Sırma Soran Gumpert benim ricamla sınıfa terör estirmişlerdi. Sınıfa on beş dakika sonra girdiğimde gördüm ki bazıları boş kâğıt veriyorlardı. Sevindim ama niye boş kâğıt diye sorduğumda, okumadık, çalışmadık, dediler. ‘Çalışkan’ öğrenciler ise süre bittiği halde hâlâ haldır huldur sivil itaatsizlik hakkında bildiklerini yazıyorlardı. Henry David Thoreau’nun metnini okuduklarını kanıtlamaya çalışmışlardı. Kâğıtlarını zorla da olsa aldım ellerinden. Niye, “Bu ne lahana, bu ne turşu” deyip sınıftan çıkmadıklarını sorduğumda ise, sınıfın en çalışkanı “Ama size de yapılmaz ki!” yanıtını verdi. Bu yanıta verdiğim şu yanıttan ise hiç hoşlanmadı: “Demek ki otoriter bir kişilik olacaksanız, önce kendinizi halkınıza sevdireceksiniz ki kolaylıkla hükmedesiniz onlara. Böyle olunca, at da sizin, Üsküdar da. Sizi kim tutar?”

İtaat kültürü, nifak tohumlarına, gammazlara, provokatörlere dönüşen insanların ve de korku üretim mekanizmalarının gizli ödüller bulma yollarını açar
. Milyonlarca insanın müsrif beklentilerini harcayarak bir iki kişiyi mutlu eden yeni arenalarda, kendini gladyatör sananları çeşitli izdivaç programlarında ya da “Var mısın/ Yok musun?” gibi programlarda bozuk para gibi harcar. Umut tacirlerinin yaptığı bu programlar müstehcendir ve yayından kaldırılmalıdır. Canlı Para gibi programların bilgi yarışmasıymış ‘tesettürü’ içinde sunulmaları da ayrı bir ahlâksızlıktır. Piranalara yem yapılan rehineler, atıklaşmamak için tesellilere sığınacaklardır. Onlar binlerce lirayı bir çırpıda kazanamayınca, kısmet diyerek gözleri dolarken, bizler evlerimizde Aristo’nun katarsis’inden yararlanıp kaybeden olmayışımıza sevineceğiz. Gladyatörlerin telef edilişine göz yuman sürüyüz. Ölmüşüz, ağlayanımız yok.  



Ağlamak dedim de aklıma geldi. ÇAĞAN IRMAK, Prenses’in Uykusu’nda bu kez sıradan insanı ‘azizleştirmeyi’ denemiş, o iyi yürekli insanlara bir güzelleme hazırlamış. Katıksız iyi Aziz, adıyla müsemmadır ama dünya öyle değildir. Irmak, Küçük Prens’i okumuş mutlaka. Sistemin rehinelerine mutluluk yollarını aramış, masallardan esinli. İyi yürekli biri Çağan Irmak. Naif de diyebilirsiniz. 1960lı yılların avantür filmcisi Kahraman (Genco Erkal) kişiliğinde, kendini de olumlamış. “İstediğim filmleri çektim,”diyor. Kim karışır? Güneşi Gördüm filmi için övdüğüm Mahsun Kırmızıgül gibi, seyirciye oynamıyor, kaz gelecek yerden, tavuk esirgememek yanlışına düşmüyor. Çağan Irmak, hemen her filminde, başta popüler müziğimiz olmak üzere, sevdiği sanatçılara vefa borcunu da ödüyor. Kuşkusuz her yönetmen gibi, bir kalıbı, bir şablonu var. Çeşitli finaller de deniyor. Ama iyiyi çoğaltmak için yapıyor her filmini. Onların yoluna yol katıyor. Başyapıt olsun, olmasın. Tunç Okan’ın Otobüs filmindeki, vatanlarında vatandaş muamelesi göremeyenlerin, hepten atıklaşmak üzere kaçak olarak gittikleri Stockholm’deki meydanı izlerken yakaladığım Irmak, bir Küçük Prens. Yaptığı resmin şapka içinde fil olduğunu anlarsanız, doğru resim yaptığına inanıyorsunuz. Kemalettin Tuğcu da, ölmeden önceki sohbetimizde, “Onları ağlatan benim hassasiyetim” demişti. Çağan Irmak’ın hassasiyeti de çocuklar kadar masum. Böyle olunca da, Redd grubu üyeleri de, kütüphane memuru Aziz de, film yönetmeni Kahraman da, temizlikçi kadın da, herkes aziz ve azize. Karşılarındaki kötü, yeterince inandırıcı bir kötü değil ama olsun, zaten o kötü ayıklanacak, bu iyiler dünyasında. Masal bu ya.

Irmak da bilir, tüm sanatçılar gibi, çocuk kutsal emanettir
. Prenses’lerin azizler tarafından öpülüp uyandırılması gerektir. Çocuklara, geleceğe hayat vermeli. Filmin kıssadan hissesi budur. Kızın annesi ile de, “Kuşkularımız, korkularımızla ve sevgisizlikle daha ne kadar yaşarız böyle, böylesine yaşamak mı denir?” demeye getiriyor. Irmak, bizi ağlatıyor, güldürüyor, bilgisayarlarımızdaki ‘purge’ düğmesine tıklıyoruz, rahatlıyoruz. Katarsis! Oh şükürler olsun! Katarsis’ten geçmeyi sevmesem de, Irmak’ın iyi niyetinden hiç kuşkulanmıyorum.

T-Center meydanındaki heykel/totem benzeri dikey mimari, egemen sınıfları simgeler, yıkılması çoğunluk için de tehdittir. Babil kulesi, Memphis gibi arketipik ilk ikon kentleri anımsattığı için de içinde yaşadığımız kentin tanrısallığı hakkında kuşku duymayacağız. İtaat etmek istemeyen kişi kutsî ve merkezî mekânlarda infilak ettirecek kendisini, evinde ya da bir ara sokakta değil. 9/11/ 2001 bu yüzden!
Dünya Ticaret Merkezi totemine aidiyet duygusu ile bağlı kişiler, haliyle ötekileştirme tuzaklarına düşüp Kur’an yakmaktan, Hacı Gümüşlü filmler yapmaya kadar geniş bir yelpazede yer alan nimetler sofrasına hücum ettiler. (‘New York is not my favourite city, it is THE CITY’ demişti Amerikalı bir arkadaş). İstanbul varken, İstanbul’da yaşanır, dememiz bu yüzden. Merkez İstanbul. Merkezin içindeki merkezlerin merkezi ise Taksim. İstiklâl bu yüzden bir insan ırmağı. Issız Adam, daha önce de söylemiştim, bu ırmağı ele geçirmişti. Atlas sineması girişinin ikonlaşması, aşıkların orada poz poz fotoğraf çektirmeleri, Issız Adam totemine aidiyetten.

Eğrinin resimleri birden fazladır ve dikkat dağıtır. İtaat kültürünün ikonlarının ve paradigmalarının hedefe çeşitli yönden saldırabilmelerini sağlayan yüzleri milyonlarcadır.
İmgenin, simgenin akıllı oluşu bu yüzdendir. Bu akıllı, düşünen imge, simge ya da ikonların (göstergelerin) sürüyü yönlendirmek, kontrol altında tutmak, sürüden ayrılanı imha etmek vb. için kullanıldığına popüler kültür derslerimde de dikkat çekiyorum. Kod Adı Kılıç Balığı (Swordfish) filminin verdiği ilhamla söyleyeyim, sisteme bizleri hep rehine tutmak ile bahtiyar köle olmanın aynı eğri olduğunun ayırtına varmamamızı sağlayan nimetler toplamı, bir gün kurtarılacak olacağımız vaadidir/yanılsamasıdır. 

Pazar güneşinde benimle kahve içmeye gelen Macide Tanır, bu saptamama gülümser. Bahtiyar köleliğe hep başkaldırmış ya, o beni anlıyor. Ama ihtiyaç duyulmak ihtiyacı onun da birinci sıradaki ihtiyacı olmasına karşın, seçicilikte ve haysiyetli yaşamakta direnişi yüzünden (sayesinde?) cadılığını hâlâ sürdürüyor, bedelini de ödüyor bir şekilde. Macide, kendi doğrusunun resmini hep korumuş, koruyor. 
 
“Doğrunun resmi doğrudur” diyor Ertuğrul Özdamar hocamız. “Doğrunun resmi doğru olursa, doğruyu da korumuş olursunuz.” Uzay geometrisindeki eğri ile doğru başka, sosyal bilimlerdeki eğri ile doğru başka. Ama bana ilham veriyor işte. Deveye sormuşlar, boynun niye eğri diye; o da yanıt veriyorum demiş: Nerem doğru ki! (Kafamda havai fişekler patlatır Ertuğrul hoca hep. Onunla okulda aynı odayı paylaşmak büyük bir ödül.) İlk öğretmenim anam da derdi ki: “Nere bahsam da yüreğim yoharı dursa.”                                                    
                                                                                                                                         
Kendimden teveccühü esirgemeyeyim.Yıllar önce bir arkadaşım: “Ne güzel! Nereye gidersen yanında götürdüğün bir gökyüzün var senin!” demişti. Bunu dedi ve kayboldu. Küçük Prens gibi yıldız oldu gökyüzümde. Şimdilerde, gökyüzünü kapatan gökdelenlerin tepesine çıkmak zorunda oluşumuza kafa yoruyorum (O Henry’nin ‘Psyche and Pskyscraper’ adlı öyküsündeki Daisy gibiyim. Gökdelen tepesine çıkınca korkuyorum.) Bu durum ironisini yaşıyoruz şimdi. Kısa bir süre sonra, göğü de, yeri de iyi görebilmek istersek, kuyruğa girecek, bilet alacakmışız kulenin tepesine çıkmak için. Nerede mi? İstanbul’un Manhattan mezrasında. İmparatorluk belirtilerinden biri daha yerleşiyor kültürümüze. Empire State Building’in ya da Sears Tower’ın tepesine çıkmış gibi olacağız yakında.

Tophane’deki nargilecilerden bu yana doğru futbol izleyicisinin ‘güruh çığlıkları’ geliyor. Futbolu kitleler halinde izleme ritüelinin değerini Hulk’lar iyi bilir. Halk uyur, Hulk uyumaz. Arenadakiler gollere ya da kaçan fırsatlara bağırıyorlar yine. Galatasaray kaçırmış, Beşiktaş kazanmış! Maç bitince de, çata pat ve havai fişekler, Eminönü tarafından. Onlar yaşamayı biliyorlar. Ben o treni kaçıralı çok olmuş, belli ki.                                         
                                               
İtaat kültürünün saymayı bitiremediğim bütün paradigmaları, günümüz dijital dünyasında hep merkeze götürüyor bizi. Başta medya ve popüler kültür olmak üzere, bize farkların neredeyse kalmadığı yanılsamasını yaşattıran dijital, sanal ya da soyut bir göstergeler dünyası, bizi merkeze yanaşmayı öğretiyor. (konverjans kültürü) Meydanlara gidiyoruz yine, Pamela gibi Taksim’e çıkıp avaz avaz bağırasımız var aşkımızı ve isterseniz yine korkularımız yüzünden diyelim, bir kimlik edinmek için, sözgelimi iyi bir öğretim üyesi, irfan sahibi bir gazeteci olduğumuzu kanıtlamak için ya da,  merkezde birleşme, ortak paydalarda, ortak ilgi alanlarında buluşuyoruz (convergence culture).  Haydi, bu Cuma akşamı İstiklal’e çıkıyoruz! Halkım, merkeze yanaş, yakınlaş, yoksa yok olursun!
Böyleyken böyle de, merkez kaçmış! Merkez eski merkez değil. Ankara hiç değil. Coğrafyadan çok-- hissi kablel vuku-- herkese tanıdık gelen ve iki ucunda para + ölüm bulunan bir çeşit öd merkezi bulacakmışım gibi geliyor bana. Ben biraz daha düşüneyim, Foucault M’oucault okuyayım, liberal toplumlarda, öldürülüp diriltilen ideolojide, Hulklar hegemonyasındaki tehlikeleri kurcalayayım da öyle geleyim haftaya. Mahalleli biraz daha merak etsin, epeydir ‘piyasada’ niye görünmediğimi.

(Fotoğraflar: Yusuf Eradam)