Ayrımcılığa uğramak farkındalık sahibi bütün canlılar için, etkisi uzun yıllar süren belki de hiç kaybolmayan, son derece kırıcı ve incitici bir şeydir. Yüksek düzeyde bir farkındalığa sahip olduğu bilinen insan söz konusu olduğunda bu etki katlanarak artar. Ayrımcılık nereden gelirse gelsin ister en yakınınızdaki insanlardan, anne-babadan, öğretmenden, arkadaşlardan, ister devletten aynı etkiyi yapar: Kırgınlık, incinme ve öfke.
Hafızamızı şöyle bir yokladığımızda, kendi yaşantımızda ayrımcılığa uğradığımız anları hemen hatırlarız, çünkü bu anlar asla unutulmaz. Yurttaşları arasında adalet gözetmekle yükümlü olan devletin bizzat kendisinin yurttaşlarına ayrımcılık yapması ise tahmin edilebileceği gibi daha şiddetli bir etkiye sahiptir. Bu etkinin daha fazla olması, devletin kendisinden beklenenin tam tersi bir eylemde bulunmasının yanı sıra güce sahip olmasından da kaynaklanır.
Devlet belli bir gruba çeşitli nedenlerle, örneğin siyasi tercihleri veya etnik ve dinsel kökenleri nedeniyle ayrımcılık yaptığında bu kitlesel bir kırılmaya, öfkeye giderek de bir kopuşa neden olur. Cumhuriyet tarihimize dönüp baktığımızda çokça ayrımcılık hikâyesi bulabiliriz. İttihat ve Terakki politikalarıyla başlayıp, cumhuriyetle de devam eden Türkleştirme politikaları nedeniyle birçok etnik ve dinsel kimlik ayrımcılığa uğramıştır. Bu ayrımcı politikalar, kitlesel yok etmeye, zorla göç ettirmeye, mallarından yoksun bırakmaya ve sert asimilasyon uygulamalarına neden olmuştur. Geçmişte yapılan bu ayrımcı politikalarının yol açtığı derin yaraların kapanmadan, bugün de varlığını sürdürüyor olması, ayrımcı politikaların yıkıcılığını görmek açısından çarpıcıdır.
Türkiye 15 Temmuz’da korkunç sonuçları olabilecek bir büyük darbe tehlikesi atlattı. Her türlü katliamı göze almış gibi görünen darbecilere karşı Türkiye’nin her yerinden hızla yükselen tepkiler, özellikle darbe girişiminin ilk saatlerinde belli merkezlerde halkın gösterdiği karşı direnç, darbenin başarısız olmasında büyük rol oynadı. Türkiye siyasetinin bütün aktörleri, iktidar çevreleri ve bütün muhalefet partileri, ilk andan itibaren darbeye karşı seslerini yükselttiler. Darbe gecesi bombalanmış mecliste temsil edilen bütün partiler bu anlamda son derece olumlu bir tablo vererek demokrasiden yana tavırlarını koydular. Mecliste sonradan yapılan genel görüşmede de AKP, CHP, MHP ve HDP bu yöndeki kararlı tutumlarını dile getirdiler. Böyle olduğu halde, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere, hükümet çevreleri ve basın ilk andan itibaren HDP’yi ve onun tepkisini görmemezlikten geldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, üç partiyi sarayına teşekkür etmek için çağırırken, ilk andan itibaren darbeye karşı kararlı bir tepki veren HDP’yi çağırmadı, adını bile anmadı, Meclis'in üçüncü büyük partisi ve ona oy vermiş insanları yok saydı. “Egemenlik milletindir” sözü dillerden düşmüyor, her yere büyük büyük yazılıyorsa da, bu “milletin” içinde HDP’ye oy verenler, Kürtler yoktu. İstanbul’da, İzmir’de, Diyarbakır’da yapılan darbe karşıtı kitlesel HDP mitingleri de görmezlikten gelindi ve bu ayrımcı tutumun sonunu getiremedi maalesef.
Eğer söz konusu olan askeri darbeyse, HDP ve Kürt halkının darbe karşıtı olmasından daha doğal ne olabilir? Her türlü darbenin aslında, barışçıl bir çözüme kavuşturulmayan Kürt sorunundan beslendiğini anlamak çok mu zor? Bir askeri darbenin öncelikle Kürt halkına zulüm demek olduğunu ve Kürtlerin barış hayallerine karşı yapıldığını, 1980 darbesini, OHAL’leri yaşamış Kürt halkından daha iyi kim bilebilir? Üstelik bugün darbeci diye içeriye tıkılan generallerin Kürt bölgelerinde aktif görevlerde oldukları ortaya çıkmışken, aynı şekilde, devletin Kürt siyasi temsilcileriyle yapılan ve 3 yıl çatışmasızlık yaşadığımız, kimsenin ölmediği, çözüm umutlarının yeşerdiği, müzakere sürecinin de bu darbeci yapılar tarafından baltalandığı yolunda çok güçlü iddialar varken.
Bugün Yenikapı’da bütün siyasi temsilcilerin davet edildiği bir büyük miting yapılıyor: “Demokrasi ve Şehitler Mitingi.” Herkes orada, sadece HDP yok. Bu Kürt halkına, HDP’ye oy veren, HDP’nin siyasi görüşlerini destekleyen herkese karşı yapılmış bir ayrımcılıktır. Büyük miting Türkiye’nin 81 ilinde meydanlardan izlenecek, temsilcilerinin oraya çağrılmadığı insanlar ne hissedecekler acaba? Bu nasıl bir “demokrasi,” nasıl bir “egemenlik milletindir” anlayışı olacak? Cumhurbaşkanı Erdoğan diyor ki:
“Hep söylediğim gibi, 4 ilkeye sahip olan her grupla, her düşünceyle görüşebilirim. Tek vatan, tek millet, tek devlet, tek bayrak... Ben teröre bulaşmış, terörle iç içe olanlarla bir araya gelmem. Bu benim kırmızı çizgimdir. Davalarımı geri çekiyorum dedim. Burada malum grubu buna katmıyorum. Onlarla ilgili davalarımı çekemem. Güneydoğu’daki şehitlerime, gazilerime hakaret etmiş olurum.”
Cumhurbaşkanı'nın söz ettiği HDP, Türkiye’nin her yerinden, 6 milyon seçmenin, her şeye rağmen, parti binalarına yapılan onlarca saldırıya, bombalanmalara, her türlü manipülasyona rağmen oy verdiği, TBMM’nin 3. büyük partisidir. Cumhurbaşkanı’nın ortaya koyduğu gerekçelerin hiçbiri kabul edilebilir değildir. “Teröre bulaşmış, terörle iç içe olmak” suçlaması, Kürt sorununa siyasi ve demokratik çözüm arayışının önünü tıkayan, sorunu sadece bir “terör” ve “güvenlik” sorunu olarak gören çok bildik bir bakışın ürünüdür. Ayrıca, 15 Temmuz darbe girişimi “teröre bulaşmak” denilen şeyin en güzel örneklerini göstermedi mi?
“Tek vatan, tek millet, tek devlet, tek bayrak...” altında bugün bir araya gelecek olan milliyetçi ittifakın, demokrasi adına nasıl bir sonuç çıkaracağını önümüzdeki günler bizlere gösterecek. Fakat bugün Yenikapı’da HDP yok. Kürtler yok. Bu durum Kürt sorununu ortadan kaldırmıyor. Merak etmeyin, darbeden temizlenmiş “Türk tipi demokrasi” gözünü açar açmaz yeniden Kürt sorununu karşısında bulacaktır. Çünkü bu, çözüm bekleyen gerçek bir sorundur. Çözüm de Kürt’leri dışlamayan müzakere süreçlerine yeniden başlamaktır. Kürt sorununda barışa ulaşmadan, bu sorunu çözmeden, kurulacak milliyetçi ittifaklarla demokrasi değil, olsa olsa “Türk tipi Reis demokrasisi” olur ki, ona da içinde demokrasi olmayan başka bir ad bulmak gerekir.