Yılmaz Murat Bilican

13 Kasım 2016

"Son Şeyler Ülkesinde" yaşamak

"Burada en kolay parçalanan şey insanın yüreğidir."

"Burada en kolay parçalanan şey insanın yüreğidir."

"İnsan her sabah, bir önceki gün karşılaştıklarının daha kötüsüyle yüz yüze gelebileceğini bilerek güç bela kalkıyor yatağından."

"Burada neyle karşı karşıya olduğumuzu anlayabiliyor musun? Sorun nesnelerin ortadan kalkması değil yalnızca. Ortadan kalkan şeyin anısı da kayboluyor. Beyinde karanlık bölgeler oluşuyor, ortadan kaybolan şeyleri harlamak için sürekli bir çaba göstermezsen o nesnelerin anısı da çabucak silinip gidiyor ve bir daha asla akla gelmiyor."

"Bir şeyi görmekle, yalnızca görmekle, bir parçanı kaybediyorsun sanki."

“Ama hayat dediğimiz bunlar mı? Her şey yitip gitsin, silinip yok olsun... O zaman bakalım ne kalacak?
Soruların en ilginci de bu belki. Hiçbir şey kalmadığında ne olacak ve bizler o zaman da sağ kalmayı becerebilecek miyiz?”

"Bir dünyanın yok olması çok uzun sürüyor. Düşünebileceğinden çok daha uzun. İnsanlar yaşamayı sürdürüyor, herkes kendi küçük dramına tanık oluyor."

Yukarıdaki satırlar Paul Auster’in “Son Şeyler Ülkesinde” adlı romanından.

Sahip olduğunuz, değer verdiğiniz, anlam yüklediğiniz her şeyin elinizin altından yavaş yavaş kayıp gittiği, yaşadıklarınızın son olduğu, bir daha yaşanamayacağı duygusuna kapıldığınız oluyor mu? 

Sonuncu meyve, sonuncu öpücük, sonuncu sarılış, sonuncu dokunuş, son söz, son film, son şiir, son yemek, son ekmek… Bu, akıp giden zaman karşısında günlerinin azalmakta olduğunu hisseden insanın serzenişi değil, "aynı nehirde iki kere yüzemeyiz" diyen Herakleitos referansıyla doğal karşılanabilecek bir sonuç da değil. 

Söz konusu olan, hızlı bir erime, yok olma, kaybetme halinde olmamız ve bunun karşısında, “her şeyin sonuna geldik, şimdi sıra kimde…” duygusunun bizlerde yarattığı yıkım.

"Son Şeyler Ülkesinde" yaşadıklarımızın bana sık sık hatırlattığı bir roman. Can Yayınlarından 1990’lı yıllarda çıkan romanı okuyalı çok uzun yıllar oldu. Daha adından başlayarak insanda karamsar duygular uyandıran, bittiğinde de insanda derin bir iç sıkıntısı bırakan karanlık bir distopya örneği. 

Sonradan filminin de yapılmış olduğunu duyduysam da izleyemedim, sanırım kitap kadar ses getiremedi. Kitap, bütün yazdıkları dilimize anında çevrilen ve ülkemizde büyük bir hayran kitlesine sahip ünlü ABD’li yazar Paul Auster’e ait. 

Türk insanı yazarı bir de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, insan hakları ihlalleri var diyerek Türkiye’ye gelmeyi reddettiği için, her zamanki üslubuyla "gelsen ne olur gelmesen ne olur? Sen ne cahil adamsın" diyerek polemiğe girmesinden dolayı tanır.

Roman, New York’u çağrıştıran ama adı belirtilmeyen bir şehirde geçer. Burada olup bitenleri, gazeteci olarak gelip bir daha kendisinden haber alınamayan abisi William’ı bulabilmek için şehre gelen, fakat kendisi de burada bir anlamda kaybolan Anna Blume’nin yazdığı mektuplardan öğreniyoruz. Şehirdeki her şey bugün var yarın yok durumundadır. İnsani olan her şeyin sonu gelmiştir adeta, sapasağlam ayakta kalmış iki temel gerçeklik vardır: Açlık ve ölüm. Üretim yoktur, yiyecek ve giyecek bulabilmek büyük sıkıntıdır. Hırsızlık ve cinayet suç değildir. 

Herkes bir şekilde kendini korumak zorundadır. Ölmek isteyen o kadar çok insan vardır ki bu işlem için çeşitli öldürme şirketleri kurulmuştur. Ülkede yeni çocuk doğmaz. Çıkış yoktur, kimse bir başka yere de gidemez.

Büyük olasılıkla, kapalı bir havaya uyandığınız bu pazar gününde asla içinizi karartmak istemem ama son günlerde yaşadıklarımızı arka arkaya sıraladığımızda ortaya çıkan ve üstelik roman değil, bir 'gerçeklik' olarak karşımızda duran tablo bu maalesef. 

Her sabah yeni bir kötülükle uyanır olduk. Bu sabah ne oldu, neleri kaybettik acaba diye düşünerek açıyoruz gözümüzü? Kitaptan alıntıladığım cümleler, bizlerin yaşadığımız gerçeklik üzerine düşünmemiz için birer ipuçları.

"Son Şeyler Ülkesinde" mi yaşıyoruz ? Umut yok mu? Umut her zaman var. Umudu bu karanlık romanda bile bulmam mümkün:

"Çevrede görülen her şey insanı yaralayabiliyor, insanı küçültebiliyor. Bir şeyin tehlikeli olabileceğini seziyor, gözlerini kaçırmak, hatta sımsıkı yummak eğilimi gösteriyorsun… Bu işin ne kadar karmaşık olduğunu anlayabilir misin? Herhangi bir şeye bakıp, “Ben şuna bakıyorum,” demek yetmez. Gözünün önünde duran şey, bir kalem ya da bir parça ekmek kabuğuysa bu olabilir belki. Ama ölü bir çocuğa, başı ezilmiş ve kana bulanmış olan, sokakta çırılçıplak yatan küçük bir kıza baktığını fark edince ne yapacaksın? O zaman ne diyeceksin? Hiç kem küm etmeden, dümdüz bir sesle “ölü bir çocuğa bakıyorum,” diyebilmek kolay değil. Beyin sözcükleri biçimlendirememekte diretiyor. Yapamıyorsun nedense. Bakıp geçemiyorsun… Hiçbir şeyden etkilenmeyecek kadar katılaşmak iyi olurdu herhalde. Ama -böyle olanların- sayılarının ne kadar az olduğunu bilsen şaşarsın. Ya da şöyle diyeyim: Hepimiz canavarlaştık, ama yüreğinde bir zamanlar yaşadığı hayatın kırıntısını taşımayanımız yok gibi."

Umut bu yüreklerde, Selo Başkan bağlamasını istemiş hapisaneye, umut burada…

İyi pazarlar…