18.yüzyıl Aydınlanma filozofu Immanuel Kant’ın felsefi sisteminden, gündelik hayat pratiği olarak kendi adıma bugüne kadar çıkardığım en önemli sonuç şu olmuştur: Bir şey kendisi için istendiği ölçüde değerli ve önemlidir. İnsanın hayatına anlam veren ve onu gerek ahlaksal gerek akılsal bir varlık yapan tam da bu türden istemelerdir. Bu mütevazi sonucu, gündelik yaşam pratiklerimize uygulayabildiğimiz gibi, siyasi ve ahlaki eylem alanlarımıza, hatta estetik yargı ve beğeni alanlarımıza dahi uygulayabiliriz düşüncesindeyim.
Tamamen kendine özgü bir ahlak anlayışı geliştiren Kant, ahlaksal eylemlerimizin herhangi bir koşula bağlı olmadan, eylemin bizzat kendisinden kaynaklanan ödev duygusundan dolayı yapıldığında ancak bir değeri olduğunu söyler. Yani, “yalan söylemeyeceksin” dendiğinde, bunu, Tanrı böyle istediği için, birisi zarar göreceği için, ya da birisinin iyiliği için değil, “yalan söylememen” gerektiği için söylememelisin. Bu, koşulsuz bir buyruktur(kategorik imperatif). Bu buyruk, dışarıdan verilmiş değildir, bizzat senin aklının belirlediği ahlak yasasının buyruğudur ve bu yasaya uymak ödevdir. Eğer yalan söylememeyi, bu nedenle değil de yukarıda söylediğimiz gibi, çeşitli sonuçlara bağlı olarak yaparsan, bu yaptığın ahlaki bir eylem olmayacaktir. Yapılan eylem her türlü sonuçtan, çıkardan bağımsız olarak, sonucu ne olursa olsun yine de ahlak yasasına uygun olduğu için yapılmalıdır. Kant “Öyle davran ki davranışın bütün insanlık için evrensel bir yasa olabilsin” der.
Kant bütün felsefi sisteminde, özneyi, “aklını kullanma cesareti gösteren” bireyi merkeze alır, dolayısıyla değerli olan da, bu bireyin, bizzat kendinden kaynaklanan yapıp etmeleri olacaktır. Bu kaynak ise aynı zamanda evrensel olan, akıldır.
Şimdi, Kant ahlakını siyaset coğrafyasına aktarabilir miyiz? Her türlü etkiden muaf, arı bir ahlak ile, tam tersine gündelik hesapların, irili ufaklı çıkarların çatıştığı ve neredeyse toplu iğne başı kadar temiz yeri kalmamış siyaseti nasıl yan yana düşünebiliriz? Yapmaya çalıştığımın çok iddialı bir deneme olarak algılanmasını istemem. Benimki tamamen kişisel bir deneme, siyasi bir tartışmaya Kant’la beraber bakabilmek ve dolayısıyla siyasi kararlarımızı gözden geçirebilmek bütün amacım.
Pazar günü yerel yöneticilerimizi seçmek için sandık başına gidiyoruz, fakat bu seçim herkes için, yerel seçim olmaktan çok, giderek bir diktatöre dönüşmüş olan başbakan ve onun 12 yıllık hükümeti için bir güven oylaması haline gelmiş durumda. Hazirandan bu yana yaşanan süreçte, güçlenmiş ve farklılıklarına rağmen AKP karşısında belli bir birliktelik sağlamış olan muhalefetin, seçimden en büyük beklentisi hükümet partisinin hissedilir bir oranda oy kaybetmesi yönünde. Yani AKP oylarında, bir önceki seçime göre belirgin bir azalma olursa bu giderek diktatörlüğe dönüşen iktidardan kurtulabilmenin yolunu açacak beklentisi var. Özellikle Istanbul ve Ankara’nın hangi partide kalacağı da önemli, fakat asıl daha önemlisi genel olarak bir önceki seçime göre oyların dağılımının ne olacağı.
Hal böyleyken, bir yandan da, aslında sadece bu seçimde değil, bütün seçimlerde duyduğumuz, ama bu seçimde daha yakıcı bir şekilde dile getirilen, “oylar bölünmesin” ve “oyunuz boşa gitmesin” söylemi öne çıkıyor. Parçalı bulutlu, bol darbeli demokrasi geçmişimizin, hiç bir döneminde bütün siyasi eğilimlere ifade olanağı tanınmadığı için, demokrasicilik oyunumuzda sandığa giden insanlarımız, kendi siyasi eğiliminin karşılığını oy pusulasında bulamayınca, hep, “oyum boşa gitmesin” kaygısıyla başka siyasi eğilimlere oy vermek zorunda bırakıldı. Böylece de, farklı siyasi eğilimler bir türlü gelişme, kendi kimliğini ve seçmenini bulma olanağını bulamadı ve hep güdük kaldılar.
“Oyunu boşa atma !”, “Oyları bölme!”
Bu söylem bize ne diyor aslında?
Senin siyasi eğilimin, ilkelerin, değerlerin farklı olabilir ama bunun bir önemi yok, oyları bölme, bu iktidarı yıpratalım da gerisinin bir önemi yok.
Senin oy vereceğin partinin kazanma şansı yok, bu nedenle çok ters bir çizgide bile olsa, güçlü olan, kazanma şansı olan partiye oy ver.
Doğru ata değil, kazanacak ata oyna!
Kime söyleniyor bu? HDP’lilere. Olası bir seçim ittifaki için CHP tarafından reddedilmiş, siyasi duruş, temsil ettiği değerler bakımından bambaşka bir dünyayı temsil etmeye aday HDP’lilere.
Kim söylüyor?
Sol yelpazeden tutun da CHP’nin en sağına kadar geniş bir kesim.
Bu ne büyük bir haksızlıktır.
HDP’ye ya da başka siyasi eğilime gönül vermiş insanlardan bunu istemek ayıp değil mi?
İnsan oy verirken siyasal ve ahlaki bir eylemde bulunur, oy verdiği parti veya kişinin kendisini temsil edip etmeyeceğinin hiç mi önemi yoktur?
Bunu söylerken, siz hangi değer ve ilkeden hareket ediyorsunuz?
Sizin ilke ve değerleriniz nerede?
Sizin değerleriniz ne zaman kendi başına istenen değerler olacaktır?
Istanbul’da yaşayan bir Kürt, kapitalizmin canına okuyup oradan oraya savurduğu bir emekçi, yeni bir dünya isteyen üniversiteli bir genç, aydınlar, Gezi ruhunu yaşamış, onun heyecanını daha üstünde taşıyan insanlar, acaba neden Sarıgül’e oy versinler?
Bu insanın kendine ve değerlerine ihanet etmesi anlamına gelmez mi?
İnsanın en büyük ihaneti kendine olanı değil midir?
Kant’la devam edelim, bir şey, başka bir şey için araçsallaştırılmadan, kendisi için istendiğinde ve yapıldığında değerlidir. Oyumuz, kazanacak veya kaybedecek olması bir yana, her hangi bir koşula bağlanmadan “ama” demeden, bizi temsil ettiğini düşündüğümüz, siyasal görüşlerini desteklediğimiz parti veya kişiye gittiğinde asıl değerini bulur.
Pazar günü sandığa giderken, yanınıza Kant’ı almadan gitmeyiniz (ben öyle yapacağım).
Kant size, sonuçlardan çok, sizin ilkelerinizin ve sizin önemli olduğunuzu anımsatacaktır.
@ymbymb