Yılmaz Murat Bilican

11 Şubat 2017

Pablo Neruda ya da şairin evi

O şiirleri burada düşündü, bu masada yazdı, sevgilisine ilk burada okudu…

Bir şairin evi neden ilgi çeker?

O nerede oturdu, nerede uyudu, duvarında ne vardı, nereye baktı? Yatağında gözlerini tavana dikmiş yatarken mi yoksa pencereden bakarken mi aklına geldi o dizeler?

O şiirler nerede yazıldı, mutfak masasında mı, kanepede uzanırken mi? El yazısıyla mı, daktiloda mı, küçük küçük kâğıtlara mı, cilt cilt defterlere mi?

Bir şairin evi neden ilgi çeker? Neden her yaştan insanlar uzun kuyruklarda bekler içeriye girebilmek için. Belki kimileri şiirlerini hiç okumamış olsa da ünlü bir şairin evini merak ettiğini için, kimileri güzel bir ev görmek isteğiyle, kimileri şiir sevdiğinden ve belki şair olmak istediğinden, kimileri de iyi birer okuyucusu olduğundan olabilir.  Ben neden buradayım? Türkçe’ye çevrilen kitaplarının hepsini heyecanla alıp, şiirlerini yaşantımın çeşitli zamanlarında, çeşitli duygu durumlarında okumuş biri olarak, şairin evinde, onunla birlikte kendime, kendi gençlik yıllarıma doğru bir yolculuk yapmak istediğimden belki…

Pablo Neruda ne kadar tanıdık bir ad benim için, sanki bizim bir şairimiz gibi, Nazım gibi, oysa ne kadar uzak bir coğrafyanın, ne kadar farklı bir kültürün insanı.  Şili’li bir şair Neruda. Buruk bir çocukluk sonrası kırgınlıklarını toplayıp şiir yapmış, sonra da bütün ömrünü onunla geçirmiş bir şair. İlk kırılma çok küçük yaşta anne kaybıyla başlıyor sonra hayatını belirlemek isteyen bir babayla devam ediyor. Bunlar yazı olup, şiir olup, kendini yaratmanın ilk adımlarını attırıyorlar, kendi adını da kendi koyuyor, başka bir şairin adından aldığı Neruda’nın başına Pablo’yu ekleyerek. Böylece Pablo Neruda oluyor ve hep öyle kalıyor. 13 yaşında yazmaya başlayıp, 19’unda ilk şiir kitabını yayınlıyor. Yirmi yaşında çıkan ikinci kitabı ise onun en ünlü kitabı oluyor: “20 Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı”. Sanırım benim de daha yirmisine gelmeden okuduğum ilk Neruda kitabı.

“…
Ah suskun kız!

Ve işte yalnızlık ve sen yoksun.
Yağmur yağıyor. Deniz rüzgarı kovuyor aylak martıları.

Islak yollarda ayakları çıplak yürüyor su.
Ve ağacın yaprağı yakınıyor bir hasta gibi.

Ak arı, yoksun, bende sürüyor vızıldaman.
Zamanda yaşıyorsun, ince ve suskun.

Ah suskun kız!”

Şiir çevrilemez derler ya genel olarak, çoğu şair birçok çevirmeni vardı Neruda’nın, bir şekilde onun duyarlılığıyla bağ kurabilmiştim. Bunda kuşkusuz sosyalist olmasının, ortak değerlere sahip olmamızın ve Nazım’la arkadaşlığının da büyük etkisi vardı.
“Halkım ben, parmakla sayılmayan
Sesimde pırıl pırıl bir güç var…
Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde. “ diyordu.


Bütün dünyanın tanıdığı bir şairdi. 1971 yılında Nobel edebiyat ödülü almıştı. Birçok kitabı yayınlanıyordu ve hepsini alıp okuyordum.

Neruda o yıllarda biraz da Şili demekti. Şiirlerinin okunup Şili’yle dayanışma çağrılarının gündeme geldiği ve Latin Amerika darbelerinin konuşulduğu yıllarda ben henüz çocuktum. Benim gençliğime ise ne yazık ki, kendi darbemizi 12 Eylül’ü yaşamak düştü. Şili’yle dayanışma çağrılarına bizimkiler eklendi, ne kadar benziyordu yaşananlar, aynı karanlık günlerden geçiyorduk. Neruda şiirleri okuyordum. O, İspanya’yla kavrulan şiirlerini savunuyordu…
“…
Soracaksınız: Şiiri neden

düşleri anlatmıyor, yaprakları

ve büyük yanardağlarını anayurdunun?

Gelin görün kanı sokaklardaki.

Gelin görün

kanı sokaklardaki.

Gelin görün kanı

sokaklardaki.”


Neruda bir aşk sevda şairi ama aynı zamanda yüreğini yeryüzünün acılarıyla şişirmiş bir şair. İspanya’da öldürülen en yakın arkadaşının Federico Garcia Lorca’nın acısıyla, İspanyol iç savaşının kitlesel acılarıyla şişirmiş. Büyükelçiliği sırasında Ispanya iç savaşına yakından tanık olmuş, iç savaştan canını kurtarabilmiş İspanyolları gemilerle Valparaiso’ya yollayıp onları kurtarmış. Valparaiso’da ise yakın arkadaşı, o dönemin sağlık bakanı Salvador Allende karşılamış mültecileri. Lorca için yazdığı uzun şiiri onun ölümünden duyduğu dehşetli acıyı yansıtır.



“… Issız bir evde,
Korkudan ağlayabilseydim;
Gözlerimi çıkarabilsem de,
Yiyebilseydim;
Senin sesin için yapardım
Bunları,
Yaşlı portakal ağacı sesin;
Senin şiirin için yapardım
bunları,
çığlık çığlığa fışkıran şiirin…”


Isla Negra’da (kara ada) Bahçesinde, şairin son aşkı Matilda’yla birlikte okyanusa karşı koyun koyuna yattıkları en sevdiği evindeyim. Şairin diğer iki evi gibi burası da müzeye dönüştürümüş. Evin her yerine okyanus görüntüsü ve dalga sesleri hakim. Pasifik deli dalgalarını kapkara kayalara bütün şiddetiyle çarpıp duruyor. İşte şairin de bakmaya doyamadığı bu görüntü bu deli dalgalar.

İki evi daha var Neruda’nın, La Chascona, Santiago merkezde, Matilda’yla birlikte başlayıp yaptırdıkları, bir tepeye yaslanarak kutu kutu yükselen bir ev, dünyanın her yerinden sanatçıların ürünleri var içinde. La Sebastiana ise Isla Negra’nın bağlı olduğu şehir olan Valparaiso’nun tepelerinden birinden bütün şehre, Pasifik okyanusuna bakıyor, o da bir gemi görünümünde, en tepede şairin çok sevdiği kaptan köşkü var.

Neruda vasiyetinde, İsla Negra’ya gömülmek istemiş ve şimdi orada evinin bahçesinde uyuyor ve her gün dünyanın birçok ülkesinden gelen insanlar tarafından ziyaret ediliyor. Nazım’da neresi olursa olsun, Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni demişti, tepesinde bir de çınar ağacı olursa, tamamdı. Çok basitti istek, ama… Şairini, yazarını, entelektüelini sevmeyen, hor gören, aşağılayan bir düşüncenin egemen olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Devlet resmi ideolojinin tarafında olmayanları hapse atıyor, ya bir şekilde ortadan kaldırıyor ya da itibarsızlaştırıyor. Sağlığında ona hayatı zehir eden, Anadolu hasretiyle kavrulmasına neden olan zihniyet, onun bu basit isteğini de yerine getirmedi maalesef. Binlerce kilometre uzaktan Neruda Nazım öldüğünde şöyle yazmıştı:

“Niçin öldün Nazım?
ne yaparız şimdi biz
şarkılarından yoksun?
Nerde buluruz başka bir pınar ki
orda bizi karşıladığın gülümseme olsun?

Ne yapayım ben şimdi?
Tasarlanabilir mi dünya
her yanına ektiğin çiçekler olmadan
Nasıl yaşamalı seni örnek almadan,
senin halk zekanı, ozanlık gücünü duymadan?
Böyle olduğun için teşekkürler,
teşekkürler türkülerinle yaktığın ateş için.”

Bir şairin evi, 44 yıl önce yaşadığı evi; eğer aşıklar onun şiirlerini okuyorsa birbirlerine, dünyanın, hayatın insan olmanın dertlerini onun şiirleriyle omuzlayabiliyorsak, onun şiirleriyle kederlenip, coşabiliyorsak tabi ki ilgi çeker. Bir şairin evi, odası, penceresi, kapısı, masası, sandalyesi, kitabı, defteri, kalemi, üzerine el yazısıyla dizeler bıraktığı kağıdı… O şiirleri burada düşündü, bu masada yazdı, sevgilisine ilk burada okudu…

O şiirleri ben de heyecanla okudum, durup düşündüm, bazı dizelerin altını çizdim, içimden tekrarladım, sevdiğim kadınlara mırıldandım…
Bir şairin evi, 44 yıldır o olmasa da işte ben buradayım.

“Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler, tanımadıklarıyla konuşmayanlar. 

Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler, bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar, hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler. 

Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar…”