Biz dahil, şu Orta Doğu'nun haline bakın!
Aziz Nesin'i çok anıyorum bu aralar.
Bir yazar olarak, bir aydın olarak, bir insan olarak.
Haşa, ne "tweet" silenler, ne el-etek öpen “helal komedyenler”, ne de iki saniye önce gitmediğini söylediğini unutup, gitmiş gibi, "Gezi Parkı idrar ve pislik kokuyor" diyen “muhalifler” hatırlattı onu bana.
Gezi Parkı'nda yapılan mizah da ziyadesiyle doyurucu ve kaliteliydi.
Onurumuz dışında, vazgeçemediğimiz ya da kaybetmekten korktuğumuz şeylere ne kadar ihtiyacımız olduğunu ve bizi ne kadar değerli yaptığını sorgulamamız gereken bir "duruş"tan ve "kara mizah" mevzusuyla ilgili Ramazan bereketinden söz ediyorum.
Misal: "Ben de çapulcuyum" diyerek Gezi'ye giden burjuva oluyor ve insanları sömürüyor, sen de bu ülkeyi "sanatçı" ışığınla aydınlatıyorsun, öyle mi?
Kara mizah konusuna geleceğim, ama yazının başlığıyla ilgili meramımı doğru anlatabilmek için önce biraz Çin’den, biraz da ABD dolarına dayalı uluslararası parasal düzenden söz etmek durumundayım.
Malum, Mao Tse-tung 1940’lı yıllarda Çin’in henüz sosyalist aşamada olmadığını, Komünist Parti’nin emperyalist emelleri olan Batı’ya, feodalizme ve bürokratik kapitalizme karşı mücadele etmesi gerektiğini savunmuş; sosyalizme geçiş için zorunlu gördüğü ve adına halkın demokratik diktatörlüğü denilen yeni bir yönetim tarzı geliştirmişti.
Halen anayasasında Çin Halk Cumhuriyeti, “işçi sınıfının önderliğindeki halkın demokratik diktatörlüğü altında yönetilen ve işçiler ve köylülerin ittifakına dayalı bir sosyalist devlet” olarak tanımlanmıştır.
İddia odur ki, halkın demokratik diktatörlüğünde demokrasi halk içindir; diktatörlük ise içerideki ve dışarıdaki halkın düşmanlarına karşıdır. Nitekim Çin ulusal marşında da Çin ulusunun büyük bir tehlikenin eşiğinde olduğu ve insanların tek bir yürekle düşmana karşı mücadele etmesi gerektiği söylenir.
Hatırlayın, 2012 yılında görevi bırakan Çin Devlet Başkanı Hu Jintao, 2011 yılındaki ABD ziyareti sırasında, Wall Street Journal ve Washington Post'ta yayımlanan röportajında, "Dolara bağlı uluslararası para sistemi soğuk savaş döneminin ürünüdür." demiş ve Hu’nun söyledikleri, soğuk savaş sonrası ABD tarafından kurulmuş olan dolara dayalı finansal düzene meydan okuma, şeklinde yorumlanmıştı.
Neydi bu düzenin temel özelliği?
Fed bir anlamda dünyanın merkez bankasıydı. ABD doları uluslararası rezerv paraydı. Dış ticarete konu olan mallar dolar cinsinden fiyatlanıyordu. ABD dış ticaret açığı verdikçe dünya ekonomisi büyüyor, artan dolar talebini Fed para basarak karşılıyordu. ABD'nin tüketim fazlasını, Batı dışı ülkelerin (başta petrol üreten Ortadoğu ülkeleri ve zamanında ABD'nin arka bahçesi olarak da adlandırılan Latin Amerika ülkeleri dahil) “tasarruf fazlası” ve bu ülkelerdeki monarşik ailelerin gayri meşru şahsi tasarrufları kapatıyordu. Üstelik, daha çok "petrol kaynaklı tasarruf fazlası", ABD'nin uzun vadeli tahvillerine park ediyor, böylece uzun vadeli faiz oranlarının düşük olmasını sağlayan bu mekanizma, kısa vadeli faiz oranlarının da düşük olmasına yol açarak ABD'li tüketicinin para harcamasına ve dünyanın kalanının da ABD’ye mal satmasına hizmet ediyordu. IMF ve Dünya Bankası, düzenin para-finans kısmına, Dünya Ticaret Örgütü ve OPEC, reel sektör kısmına, NATO ise asayiş ve güvenlik kısmına bakıyordu...
Evet, kabaca böyle resmedebileceğimiz bu düzen, 1950’li yıllardan bu yana kapitalist Batı’yı Varşova Paktı’na karşı koruyan ve bir arada tutan ABD’nin kontrolünde, defalarca tökezlemesine rağmen devam etti. Hem de ulusal rezervlerini ve tasarruflarını başka para birimleriyle tutacağını söyleyen, ABD’ye kafa tutan ve bunun karşılığında ABD, BM ve AB olmak üzere üç kanaldan yaptırımlara maruz kalan kimi ülkelere rağmen. Örnek: Saddam dönemi Irak, İran, Venezüela.
Şunu da ekleyelim: Tökezlemenin nedeni, hep ABD’nin artan dış ticaret açıkları oldu.
Derken Batı’yı, yine aynı gerekçeyle, nerdeyse kül halinde vuran 2008 krizi patlak verdi. Düzen değişikliği talepleri artmaya başladı.
Bu arada, Sovyetlerin dağılmasından sonra soğuk savaş döneminin uluslararası para düzenine meydan okuyan Çin hızla büyüdü. Dünyanın değişik kıtalarından birçok ülkeyle ticaret yapmaya ve siyasi ilişkiler geliştirmeye başladı. Birçok ülke ABD’nin en fazla borçlu olduğu ve dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline gelen Çin’le ittifak içinde hareket etmeye başladı. Bunlar arasında ABD karşıtı Ortadoğu ülkeleri de vardı. Vaziyetin bilincinde olan ABD, artan Çin rekabetine ve nüfuzuna karşı AB ile serbest ticaret anlaşmasıyla ve Trans-Pasifik Ortaklığıyla önlem almaya çalışıyordu.
Bu arada 11 Eylül saldırısı sonrası başlayan “cihad furyası”na, bir anlamda çözüm olsun diye gündeme gelen, İslam ile Batı arasındaki gerilimin kökenlerini deşifre ederek ortadan kaldırmayı hedefleyen ve 21. Yüzyılın Barış Projesi olarak kabul edilen Medeniyetlerarası İttifak Projesi'nin kendisine teslim edildiği iki liderden birisi olan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan,
1. AB sürecinden uzaklaştı,
2. Şanghay Beşlisi’nden üyelik talep etti,
3. Bu ülkelerdeki otokratik rejimlere heves etti;
4. Hem içeride, hem de dışarıda ülkeyi bölmek isteyenler olduğunu sürekli iddia ederek ve o nedenle herkesi düşman olarak gören askeri vesayeti bitirmek amacıyla kurgulandığını düşündüğüm “komşularla sıfır sorun politikası”nı pek çabuk unutan, Birleşmiş Milletlere nizam ve bölgeye düzen empoze ederek, hemen tüm komşularıyla bu yüzden sorunlu halen gelen bir ülkenin başbakanı olarak;
özellikle Gezi Parkı direnişi sırasında ve sonrasında;
5. Kendi destek ve oluruyla uygulanan polis şiddeti ve
6. Kendisine karşı bir komplo içinde olduğundan artık emin olduğu Batı’ya ve Batı’nın “işbirlikçileri” olarak gördüğü direnişçilere karşı çekinmeden kullanmaya başladığı ayrımcı, dışlayıcı, suçlayıcı dil ve yaklaşımla,
ortak düşmanın kimliği konusunda Orta Doğudaki ideolojik müttefiklerinin yanısıra, Çin’le de mutabık kalmış oldu.
Evet, ortak düşman emperyalist emelleri olan Batı’ydı.
(Bir soru: Sizce hiç düşmanı olamayan veya düşman üretmeden ayakta kalabilen bir diktatörlük olabilir mi ?)
İşte tam da bu noktada Mısır’da darbe oldu. Hem de, ikinci büyük müttefik müslüman ülkede de rejimin halkın demokratik diktatörlüğü türü bir rejime doğru evrildiğini gören ve bunu tehlikeli bir gelişme olarak algılayan Batı’nın muvafakatıyla.
AB’nin 22. Fasıl kararının gerekçesi olarak Merkel’in yaptığı “temel değerlerimizi müzakere etmeyiz” açıklamasıyla ne demek istendiği umarım açıktır.
Aziz Nesin ve kara mizah demiştik.
Eminiz ki rahmetli hayatta olsaydı, Ne yaparsa yapsın Batı'nın iki parmağının ucundan kurtulamayan Arap dünyasının 84 milyon ile en kalabalık ülkesi olan Mısır’daki gelişmeleri, Müslüman Kardeşler’in iktidardayken yaptıklarını, darbe sonrasında iki farklı meydana doluşan kalabalıkları, bizdeki olup bitenle karşılaştırır ve “yüzde 50, diğer yüzde 50’ye karşı” anlayışını, durum pata olursa ne olacağını ve sandıkla özdeşleştirilen demokrasi zihniyetini; helal diktatörlük ya da helal demokrasi türü başlıklarla gayet güzel hicvederdi.