Vedat Özdan

16 Ağustos 2013

Ekonominin çıkmaz sokakları; ilk türbülansta kimler kaybedecek?

2002 yılında başlayan ve 2013 yılının ortasına kadar süren, dünyanın hemen tüm ülkelerinde faiz oranlarının aşağıya doğru inmesine yol açan ve bu nedenle ekonomi yönetiminin stresten uzak yıllar yaşadığı lehte konjonktür sona erdi.

2002 yılında başlayan ve 2013 yılının ortasına kadar süren, dünyanın hemen tüm ülkelerinde faiz oranlarının aşağıya doğru inmesine yol açan ve bu nedenle ekonomi yönetiminin stresten uzak yıllar yaşadığı lehte konjonktür sona erdi. Artık hemen tüm ülkelerde faiz oranlarının yükseleceği ve kimi ülkelerdeki faiz oranlarının diğerlerine göre daha hızlı yükseleceği yeni bir konjonktürdeyiz.  

Bu yeni konjonktürde cari açık oranı yüksek, finansman kalitesi düşük ve büyüme potansiyeli zayıf ülkelerin faiz oranları diğerlerinden daha hızlı yükselecek.

Bu ülkeler yüksek cari açıklarını vadeleri giderek kısalan yabancı sermaye girişleriyle, yani daha yüksek oranda reel faiz ödemek zorunda kalarak finanse etmek zorunda kalacaklar.

Yüksek cari açığa rağmen hızlı büyümekte ısrar edenlerse zaruri küçülmeler yaşamak zorunda kalacak.

Üzgünüz, ama artık şu gerçekle yüzleşmek zorundayız: AKP hükümetinin başarısı sanılan, fakat lehte konjonktürün eseri olan tek haneli faiz oranı, tek haneli enflasyon oranı ve değerli TL döneminde sona geldik. Çünkü yeni konjonktürde ve içinde bulunduğumuz gayet kırılgan politik şartlar altında, yüksek reel faiz ödemeden döviz kurlarını kontrol altında tutmak, neredeyse imkansız.

Enflasyon bekleyişlerinin bozulmasına neden olacak bir dizi gelişme var önümüzde.

Politik riskin daha yüksek primlerle fiyatlanacağı zorlu bir sürecin başındayız.

Unuttuğumuz Gelirler Politikası tekrar gündemimize gelecek.

Yeri geldi bir saptama yapalım: Hemen tüm ülkelerde olduğu gibi bizde de düşme eğiliminde olan faiz oranları nedeniyle, TL enflasyonun Dolar/TL kuruna yansımadığı lehte konjoktür sayesinde elde edilen ve sürdürülebilirliği olmayan kısmen sanal, kısmen dopingli ekonomik başarı, Batı’nın kötü ekonomik performansı, bizden para kazananların takdiri (Kâtibime kolalı da gömlek ne güzel yaraşır!) ve çevre ülkelerden gelen sempatiyle başımız döndü. Alkışlarla yaşamaya alıştık. Yumurta kapıya gelmeden gerçek sorunlarımızla yüzleşmedik. Batı dahil herkese kafa tutmaya başladık. Durduk yere başımıza yeni sorunlar çıkardık. Şurası açık ki, gariban alkışından aldığımız “sunni gaz”la yaptığımız efelikler nedeniyle sadece Batı’da değil, İslam dünyasında da haddimizi bilmemizi isteyen, bu nedenle tökezlememizden mutlu olacak, hatta bizi tökezletecek bir “negatif enerji” biriktirdik.

Biraz abartarak bir soru soralım: Türkiye’nin Hamas’tan ve Müslüman Kardeşler'den başka dostu kaldı mı?

Çıkmaz sokaklara dönelim:

Genç bir nüfusumuz var. Yüzde 5’in üzerinde bir büyüme trendi yakalamayınca işsizlik oranımız azalmıyor. Yüksek oranda büyümek de öyle çok kolay olmuyor. Değil ki Çin gibi trend yakalamak! Hoş, yakalansa dahi cari açık oranı ikinci yılda sinyal vermeye başlıyor ve "yumuşak iniş" için önlem almak gerekiyor. Büyüme ve cari açık oranı düşünce, ithalden alınan vergiler başta olmak üzere vergi gelirleri azalıyor. Özetle yukarıya tükürsen cari açık, aşağıya tükürsen hem işsizlik, hem bütçe açığı.

Evet 11 yıl süren olumlu konjoktüre rağmen halen aynı çıkmaz sokaktayız.  

Peki, 11 yıl boyunca bu gerçek nasıl gizlenebildi?

Mekanizma şöyle çalışıyordu:

Para bolken ve piyasalar likitken, TL dahil hemen tüm ülkelerin ulusal paraları ABD dolarına karşı değer kazandı. Başta gelişmekte olan ülkeler olmak üzere hemen tüm ülkeler ulusal paralarının ABD dolarına karşı aşırı değerlenmesini engellemek için önlemler aldı. Buna Kur Savaşları dendi.

Fed dolar basıp ABD bankalarının zararlarını başka ülkelerden çıkarınca, ECB avro, İngiltere pound ve BOJ da yen basarak aynı şeyi yaptı.

Mekanizmayı Türkiye örneğiyle açıklayalım: Yatırımcılar (yerliler dahil) söz konusu para birimleriyle borçlandı, dövizi bozdurup TL aldı, TL’yle Türkiye’de tahvil aldı, hisse senedi aldı, AVM yaptı, rezidans yaptı, “yayalaştırma projesi” yaptı, yat aldı, kat aldı, vesaire...

Konjonktür devam ederken yabancı yatırımcı açısından Türkiye’ye yatırım yapmak üç bakımdan avantajlıydı:

1)      Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı vardı ve iyi çalışıyordu, IMF söz konusu programı destekliyordu, bağımsız kurumlar gerektiği gibi çalışıyordu, içeride hazır pazarı olan kamu işletmeleri birer birer özelleştiriliyordu, bankacılık sektörümüz (bedeli geçmişte ödenerek) konsolide olmuştu, göreli olarak küçüktü ve bu nedenle karmaşık türev işlemlerine girmemişti, sermaye yapısı güçlüydü, düşen faiz oranları ve değerlenen TL nedeniyle sürekli kar yazıyordu ve hisse değerleri çok hızlı yükseliyordu.

2)      1999 yılında verilen AB’ye adaylık statüsü sonrasında Kıbrıs konusunda atılan cesur adımlar, Ermeni sorununda alevi söndüren çabalar, Kürt sorunu konusundaki samimi söylemler, muhtelif açılımlar ve askeri vesayet rejimiyle mücadele; AB’ye tam üyelik yolunda ciddi ve cesur adımlar olarak görülüyor ve destekleniyordu.

3)      Yüzünü Batı’ya çevirmiş ülkede, kendisinden İslam alemiyle Batı arasındaki gerilimi düşürmesi beklenen ve bu nedenle Medeniyetler İttifakı Projesi’ne başkan tayin edilen bir başbakan liderliğinde, Batı’yla stratejik ittifak içinde olarak iktidarını pekiştirmiş ve bundan dolayı İslam aleminden takdir gören güçlü bir tek parti hükümeti vardı.

Evet bu avantajlar altında ülkeye yönelik artan yabancı yatırımcı ilgisi nedeniyle TL’nin sürekli değerli kalması, başlarda rahatsızlık yaratmadı. Hatta durumu başbakan “TL namusumuzdur” diyerek savundu. Stratejik bir tercih olduğunu sanmıyorum ama, değerli TL, başbakanın “Anadolu Sermayesi” adı verilen küçük ve orta ölçekli sermayedar çevreleri destekleme çabalarına da destek oluyordu. Öte yandan TL’nin değer kazanması (Misal herkesin Alman arabalarını kolayca satın alması) cari açığın artmasına yol açıyordu. Cari açıkla Ekonomi Bakanlığı ilgileniyordu. Meseleye, Girdi Kontrolü Stratejisi, yeni Teşvik Mevzuatı ve başbakanı takiben devam edilen dış seyahatlerden beklenen alternatif ihracat pazarları arayışıyla çözüm arandı. Daha sonra TL’nin değerli olmasının ülkenin ihracat potansiyeli önünde engel olduğu dillendirildi.  İthalatı azaltmak ve ithal girdi kullanmayan ihracatı (hizmet ihracatı gibi) teşvik etmek suretiyle cari açığı azaltmak üzere dizayn edilmiş olan yeni Teşvik Mevzuatının çalışmasını yüksek faiz oranları engelliyor, denildi! Ve suçlu, Kur Savaşlarında “kahramanlık destanı” yazmayarak “faizlerin yüksek kalmasına seyirci kalan” Merkez Bankası olarak ilan edildi.

“Bir taşla iki kuş” formülü başbakanın da hoşuna gitmişti. Böylece, enflasyonun sebebi olarak gördüğü ve dinimiz bakımından da sıcak bakılmayan faizler düşsün ki (namusu bırakın, TL değer kaybetsin demek) hem cari açık azalsın, hem de iç talep artışı maarifetiyle, ekonomi yönetimi başarısız oldu dedirtmeyecek kadar büyüyebilelim!

Derken Merkez Bankası’na “faizi düşür” diye baskı yapıldı ve bilahere talimat verildi. Faiz düştü, kur yükseldi, ama bu kez de sanıldığı kadar ihracat artışı ve büyüme olmadı. Bu kez “neden iç talebi artırmıyoruz, kredi genişlemesine izin verilmeli” dendi.

Faiz oranları bir kez daha düşürüldü ve geldik mayıs ayına. Ondan sonra olanlar Prof. Dr. Vefa Tarhan hocamızın pek doyurucu yazı dizisinde etraflıca anlatıldı.

Evet avantajlı konjonktür faiz indirimine ve döviz kurlarının kontrolüne imkan veriyordu. Böylece ekonomi büyürken enflasyon yaratmıyorduk.

TL değerli olduğu için dolar cinsinden pek hacimli görünen “milli gelir” ve hızla artan kişi başına düşen gelir rakamları, gözümüzü iyice boyamıştı. Yabancı yatırımcılar ve kreditörler de cari açığın büyüklüğünü ve finansman kalitesini hesaba katmayı (bir süreliğine) gereksiz görecek kadar mesutlardı ve sıfır reel faizden bahsederek istikamet belli eden başbakana şükran duyuyorlardı. Derken faizler öyle bir noktaya indi ve cari açık öyle bir noktaya çıktı ki, yatırımcı ve kreditörler “dur bakalım arkadaş, sen Almanya değilsin ki, bu kadar düşük reel faizle sana yatırım yapalım ve kredi verelim” demeye başladılar. Ve gösterge tahviz faiz oranı mayıs ayından bu yana ikiye katladı!  

Geçmişe yönelik bir hatırlatma yapalım: Prof. Dr. Ercan Uygur hocamızdan biliyorum ki, 2001 krizi öncesinde yüzde 3’ü geçen bir cari açık oranı, kriz habercisi olarak kabul edilirdi.

Peki, başında olduğumuz yeni dezavantajlı konjonktürde ne tür tehlikeler bekliyor bizi?

Malum, likidite kurudu. Para olmasına rağmen piyasalarda alıcı bulmak zorlaştı. Bir süre sonra para da eskisi kadar çok olmayacak. Döviz kurlarını kontrol etmek zorlaşacak, cari açığın büyüklüğü ve finansman kalitesi giderek daha fazla sorgulanır hale gelecek. Reel faiz oranlarında artışa yol açacak bu yeni süreç, bütçe açığını tekrar sorun haline getirecek. Nihayet kurtulduğumuzu sandığımız faiz, kur ve enflasyon sarmalına yeniden kapılacağız.

Muhtemeldir ki sürecin tetikçisi, beklenen Fed hareketi, 7 eylülde İstanbul’un 2020 olimpiyat oyunları için seçilememesi, olumsuz karar sonrası Esed aleyhindeki tahrik edici dile dönüş, Suriye meselesindeki açmazlar, Mısır'daki insanlık dışı görüntüleri vesile ederek Medeniyetlet İttifakı Projesi sorumluluğuyla bağdaşmayan ve adeta Küresel İntifada’ya sempati izlenimi veren Batı karşıtı söylemde şiraze şaşması, Çözüm Süreci’nde 'ipe un serme' hamleleri, tıkanma ve AB İlerleme Raporu'ndaki ağır eleştirilerin vesile olacağı bir not indirimi olacak.

Evet yeni dönemde, yukarıya da tükürsen, aşağıya da; dalgalı ve yüksek seyreden enflasyondan kurtulmak, bu gidişle pek de mümkün olmayacak.

Dahası var: Bu kez en büyük zararı gören devlet değil, daha çok olumlu konjonktürün bitmek durumunda olduğunu idrak etmek istemeyen hayalperest “iş adamları”, “vizyoner” projeler için inşaat – tahhüt ihalelerini alanlar, enerji özelleştirmelerinde akıl almaz rakamları korkmadan teklif edenler, nasıl olsa satarım diyerek rezidanslar yapmaya devam eden müteahhitler, yatırım amaçlı konut alanlar ve nihayet bireysel emeklilik sisteminde fon seçimini, faizlerin yükseleceği beklentisine göre yapmayanlar olacak.