“Master Chef-Türkiye”de yarışanlara jürideki şöhretli ve agresif aşçının fırça atarken, “Yemeği güzel yapın; bir ölüm-kalım meselesi bu” gibisinden laflar etmesi, insanın “yemek”le ilişkisinin başlangıcına dönecek şekilde zihnimi tetikledi. Yemeğin başka nedenlerle ölüm-kalım meselesi olduğu zamanlara savruluverdim.
Türümüzün sadece acıktığında yemek yemeyi hatırlaması, 2 milyon yıllık insanlık macerasının çok yakın döneminde imkân dâhiline girmiş bir ayrıcalık…
Toprağı ekip-biçip hayvanları evcilleştirerek kendisi yiyecek üretebilir hale gelene değin insanın böyle bir lüksü yoktu.
Uyku dışında tüm aktif zamanını karın doyurma derdine ayıran mağara devri insanı için “ekmek”, aslanın ağzında değil midesindeydi. Gerçekten bir “ölüm-kalım” meselesiydi bu…
Ne bulursa onu yiyen bu insan için lezzetin de pek mevzu bahis olduğu söylenemez. Bu, onun ateşi kontrol eder hale gelmesiyle gerçekleşti ve “pişirme” ile insan hem kolay yemeyi (zahmetsizce çiğneyip öğütmeyi) hem de lezzeti keşfetti.
Yine de “Tarım”ın insan hayatında bir yenilik olarak belirdiği 10 bin yıl öncesine kadar beslenmenin biyolojik ihtiyaç olmaktan çıkıp bir kültürel kategori, yani “yemek” haline gelmesi tam mânâsıyla mümkün olmadı.
Yiyecek üretimiyle besin kolaylıkla elde edilip bollaşınca insan daha çeşitli, lezzetli ve keyifli yemeye ve yemeğin “sunumu”na daha fazla kafa yormaya başladı.
“Sofra”, insanın besinle ilişkisinin bu yeni durumunu aksettiren mekân olarak karşımıza çıkar. Evde kurulan sofra, tarım toplumu insanının dünyasında ev-içi yaşamın önceliğini de çok güzel anlatır. Kentin kır ve köye marjinal kaldığı binlerce yıllık tarım toplumsallığında yemeği evde (“yer”de ya da masada) kurulu sofrada yemek esastır.
Aile üyelerinin gün boyu birbirlerinden uzakta olsalar da yemek için buluştukları sofra, ailenin birliğine ve sürekliliğine inancın pekiştirilip yeniden üretildiği yerdi aynı zamanda…
Şehrin marjinallikten çıkıp merkezileştiği, mesleki çeşitlenmenin kadını da kapsayacak şekilde yaygınlaştığı endüstriyel dönem, yemeğin önemli bir etkinlik olmaktan çıkıp sıradan bir alışkanlık haline gelmesine neden oldu. Meslek yaşamı aile yaşamına giderek ağır basmaya başlayınca “aile-ev-sofra” denklemi, iç içeliği de bozuldu.
İnsanları “ev-dışı”nda sürekli “mobil” kılan modern-endüstriyel kent yaşamında yemek yapmak tüm insanlar için bir “iş” olmaktan çıktı, endüstriyelleşti ve şirketlerin insanların ihtiyacını karşılamak için ihtisaslaşıp para kazandıkları bir sektöre (“catering”) dönüştü. Yemek daha çok dışarıda yenir, evde yendiğinde dahi çoğu zaman dışarıdan “ısmarlanır” oldu.
Böylece sofranın “fonksiyonel” olarak değilse de (en azından dışarıda da yesek, fast-food da yesek hâlâ bir sofraya ihtiyaç duyuyoruz), “kültürel” olarak hayatımızdan çekildiği söylenebilir.
Çarpıcı bir deyişle, sofrayı evde kurup yemeği evde yediğimiz ve arada bir “Hadi bugün de dışarıda yiyelim” dediğimiz günlerden, “Hadi bugün de evde yiyelim” dediğimiz günlere vardık.
Aynı doğrultuda yemek yapmak da insanların giderek artan bir kesimi için “hobi”leşti.
Yemeğin taş devri insanının yaktığı ateşte piştiği günlerden “temaşa devri” insanının yarıştığı ekranda piştiği günlere varışımız, bu şekilde insan için beslenmenin bir uğraş olmaktan uzaklaşarak “hobi” haline gelmesiyle bağlantılı…
Süreç “sıradan insan”a şöhret vadeden yarışma-şov programları zincirine “yemek” halkasının da eklendiği noktaya getirdi bizi… “Yemekteyiz”, gündelik hayatın içinde giderek minimalize olan “evdeki sofra”yı ekranda şov malzemesi yaparak maksimalize etti.
“Master Chef” ise yemeğin post-endüstriyel insan yaşamında “hobi”lik ve “gurme”lik dışavurumlarını sentezleyen bir program olarak varlık bulup rağbet görüyor.
“Yemek” artık “sıradan”a şöhret vadeden bir seyirlik eğlence… “Komşuda pişer bize de düşer” dediğimiz günlerden, “ekranda pişer bize de düşer” dediğimiz günlere geldik kısacası…
Ama kimsenin size “Afiyet olsun” demesini beklemeyin!
Sadece, “İyi seyirler”!..