Tayfun Atay

02 Şubat 2010

KÖPEĞİ ISIRMAK

Fatih Aksoy’la yıllar önce bir karşılaşmamız oldu. O, beni hatırlamayabilir.

 

Fatih Aksoy’la yıllar önce bir karşılaşmamız oldu. O, beni hatırlamayabilir. Can Dündar’la Milliyet’in haftalık “Popüler Kültür” ekini çıkardığımız günlerdi. Bugün sayısız çeşitlemeleriyle ekranları dolduran; çocuk, genç, yaşlı her kategoriden insanı meşhur etme vaadindeki yarışma-şov programlarının öncülerinden olan ilk “Popstar”ın kulisinde karşılaşmıştık Fatih’le. Sanırım, programın yapımcısıydı. Ben salonun nabzını tutmak, özellikle de salonu dolduran insanların duygu, düşünce ve davranışlarını kavramak, bunları “Popüler Kültür”ün sayfalarına taşımak için oradaydım.


Zamanında takip etmiş olanlar bilir; “Milliyet-Popüler Kültür”, 2000’lerin başından itibaren özellikle televizyon aracılığıyla hayatımıza damgasını vuran popüler kültürü gündelik örnekleri üzerinden değerlendirip tartışan bir gazeteydi. Kendimizce, onun yıkıcı etkilerine karşı eğlenceli bir dille topluma “panzehir” üretmeyi hedefliyorduk. Dolayısıyla bu endüstriden beslenenlerin pek hazzetmediği bir iş yapmaktaydık. Gazetede o günlerde televizyonların yeni reyting kaynağı olan “Popstar”, vb. programları eleştirel çözümlemeye tabi tutan yazılar çıkmıştı zaten. Bunlardan biri olan, Melis Çelebi (şimdi Alphan) ile Ünsal (Oskay) Hoca’nın söyleşisi, bu programların işlevi üzerine çarpıcı ve rahatsız edici tespitler sergilemişti.


Fatih, “Popstar” kulisinde karşılaştığımızda bana bu söyleşiyle ilgili serzenişte bulundu biraz… Bu arada, kelimesi kelimesine hatırlamıyorum ama “Ünsal Hoca’yı tanırım, ben de onun öğrencisi oldum, derslerini aldım” gibisinden sözler de sarf etti.


T24’te ilk yazmaya başladığımda değinmiştim, Ünsal Hoca’nın iki tip öğrencisi oldu diye… Onun popüler kültür, kitle kültürü, kültür endüstrisi üzerine eleştirel çözümlemelere dayanan düşüncelerini aynı çizgide sürdürüp geliştirmeye çalışanlar… Ve bu düşüncelerden “pragmatik” bir şekilde, kazanç amacıyla kültür endüstrisi bünyesinde yararlananlar… Birinciler popüler kültüre karşı insanları uyarıcı bir entelektüel çabanın, ikinciler ise popüler kültür karşısında insanları uyutucu bir endüstriyel çarkın içinde olmayı tercih ettiler. Milliyet Popüler Kültür’ü çıkaranlar, ona emek verenler birinci gruba örnek teşkil eder. Fatih Aksoy’un başını çektiği “seyir endüstrisi”nin kıdemlileri ise ikinci gruba…


Fatih, bir pragmatist. Pragmatizm, kapitalizmin felsefi çizgisi. Pragmatistseniz, bir şeyin doğruluğunu hiçbir ahlâkî, insanî ve vicdanî ölçüte başvurmaksızın yalnızca size sağladığı yarar temelinde belirliyorsunuz. İşte o zaman da Mehmet Ali Ağca’ya yapımcısı olduğunuz bir programda jüri üyeliği teklifi götürmenizin hiçbir mahzuru olmuyor.


Bu pragmatizmin psiko-kültürel bir dayanağı var. Seyir endüstrisinin beyin takımı “kötünün çekiciliği”ni iyi biliyor. İnsanlar, nefret ettikleri şeyleri dahi, böyle olduğunu bile bile izlemekten alıkoyamıyor kendini. Kızarak, öfkelenerek, sayıp-söverek de olsa izliyor. Hapisten çıkan Ağca’nın görüntülendiği her saniyenin ekrana ne kadar göz çivilediğine, onunla ilgili haber, tartışma, vb. mahiyette üretilen söylemin izlenme oranına bakınca, Aksoy’un hareket noktası gayet anlaşılır oluyor.


Ayrıca, habercilik konusunda çok klişe bir örnek vardır, bilirsiniz; haberin “sıra dışı” olanı kovaladığına dair verilen bir örnek: Köpek insanı ısırınca haber olmaz, ama insan köpeği ısırınca haber olur!.. Durum, bu doğrultuda da anlaşılırlık kazanıyor. Aksoy iyi biliyor ki Ağca’nın serbest bırakılmasından ötürü kızıp-köpürmek, pek çok insan tarafından sergilenen genel-geçer bir tavır. Dolayısıyla da giderek kanıksanan ve ilgiyi yitiren bir tavır bu. Aynen “köpeğin insanı ısırması” gibi sıradan, “reyting” açısından bakıldığında da hiç işe yarar olmayan bir tavır...


Ama Ağca’yı bir ekran yüzü, jüri üyesi, şov yıldızı haline getirme girişimi, çok sıra dışı bir çıkış. Fatih, herkes gibi Ağca’yı lânetleyen, serbest bırakılmasını kınayan, tepkisel bir çıkış yapsaydı biliyor ki hiçbir akis bulmadan, sıradanlığın kör kuyusunda kaybolup gidecek bir çıkış olacaktı bu. O, gerçekten mesleğinin gereğini yaptı ve bu yüzden işte bir haftadır onu konuşuyoruz; hatta bu yazıyı kaleme alıyoruz!..


Evet, Fatih Aksoy’un “televizyonculuk” adına sergilediği bu “başarılı” pro-aktif pratiği tespit, teslim ve takdir etmek gerek. Onu tekdir ve tedip etmeye çalışan “reaktif”lere de fazla haksızlık yapmamaları gerektiğini hatırlatalım! Fatih, bir öncü, ama yalnız değil. Acaba hangi anlı-şanlı ana haber sunucusu, tartışma programı yöneticisi Ağca ile canlı yayın görüşmesi düşü kurmuyor şu anda? Ağca’dan gelecek bir görüşme teklifine kaç tanesi hayır diyebilir? Ağca’nın “nefretin cazibesi”nden çıkan “reyting yumurtlayan tavuk” özelliğine hangisi kayıtsız kalabilir?! Yazılı ve görsel basında Aksoy’a laf edenler, bunu bir düşünsünler!..


Neticede şunu söylemek lâzım: Mehmet Ali Ağca 1970-80’lerin “siyasal” Türkiye’sinde bir katil olabilir. Ama bugünün “medya-magazinel” Türkiye’sinde o bir “marka” artık. Siz dua edin de “Ağca Şov” fikri düşmesin yapımcıların kafasına! Eh, öyle bir şey olursa, artık onu da Hülya Avşar, İbrahim Tatlıses ve öbür Mehmet Ali (Erbil) düşünsün!..