Tan Oral

11 Ekim 2020

İBBBİ meydanı!..

Mimarlar, şehirciler ve yerel yöneticiler nasıl bize bu kadar müdahale ediyorlarsa, biz de onlardan eleştiri oklarımızı hiç mi hiç eksik etmemeliyiz.

Siyasi bir güce varan herkes kent meydanlarına kafayı takar, tarihte örneği çoktur. Herhangi bir kent üzerinde, şu yada bu şekilde, bir yetki paylaşan yöneticiler, kim olurlarsa olsunlar, hemen kendilerini ve güçlerini kentliye gösterme travmasına tutulurlar, bir an önce meydanlara el atmak gibi.

Bunun emaresi de tedavisi de tektir, kentin en ünlü, en işlek, en işlevsel, en sorunsuz, en sevilen meydanına göz dikmek ve oradan hemşehrilere ve dünyaya bir anlamda meydan okumak. Bilirler ki meydanların ömürleri kendilerinden daha uzundur. Ağaç kabuğunu bıçakla oyarak adını yazmak gibi, kent yöneticisi de meydanı kazıyarak oraya kendi imzasını atmak için yanar tutuşur. Belki meydanın bir köşesine de mavi üstünde beyazla adı yazılmış, şık bir emaye plâka bile çakılabilir; İBBBİ. 

İBBBİ yani İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı İmamoğlu. Bu arada onun da, meydan düzenleme çekiciliğinden kendini kurtaramadığı açıkça görülüyor.

Bunun yakın bir örneği, Taksim Meydanı'nda olanlardır. Başkan, kendinden önceki meydan meraklısı başkanı hatırlamalı, kendinden sonra da bir başkanın olacağını unutmamalıdır. Halbuki...

Eli kulağında, çok büyük bir deprem bekleyen bu çok büyük şehrin, çok büyük sorunları bir yerde bekleye dursun, kentin yeni yetkilisi Taksim Meydanı'nı öncelikle görücüye çıkarıyor, öncelik onda. Yarışma açıyorum ve sonuçları halka soracağım, diyor!.. Neyi soracak ve nasıl?..

Teknik insanlar, kendi aralarında yarıştırılmadan önce, kentliye sorulmalıydı. Burada bir değişiklik yapılmasını istiyor mu, yoksa buna gerek görmüyor mu? Çünkü bu hiç sorulmadı.

Gerekli görüyorsa eğer, yine bu konu yarışmaya çıkarılmadan önce, orada sizce sorun var mı, varsa nelerdir? Böylece sorunlar aydınlatılabilir ve kentliyle yeniden hatırlatılabilirdi. Ancak bundan sonradır ki, hepsine en uygun çözümleri bulmak üzere teknik insanlar yarışmaya çağırılsın.

Oysa anladığım kadarıyla yarışmacılardan ne sorun aramaları ne de çözüm bulmaları isteniyor. Ama tekrarlanan kamusal alan muğlâklığı içinde neler istenmiyor ki? Bu konuda kendi tanımım aklıma geldi; Evimin kapı eşiğinin iç yanı benim özel alanım, diğer yanı kamusal alandır, hepsi bu. Geçelim.

Sorunlara yarışma ile getirileceklerin arasından kentliye yöneltilecek "hangisini istersiniz" sorusu bu durumda pek bir anlam taşımıyor.

Dolayısıyla bir kaç teknik insanın jüriliğinde seçilip sıralanan, diğer üç yarışmacı ekibin çalışmalarının arasından birini halk nasıl ve neye göre değerlendirebilir? Hele ki ona hepsini reddetme seçeneği de verilmiyorsa. Özgür tartışmanın esamesinin bile okunmadığı bir yerde, tam bir oldu bitti dayatması olur bu!..

Unutulmasın, hiçbir trafik sorunu olmayan Taksim Meydanı'na gelen yolların yer altına alınma girişiminin engellenmiş olması nelere mal olduydu.

Yirmi dört yıl öce 1996 da yayımlanan Istanbul adlı kitaptan ilgili bir bölümü de bu yazıya ekleyerek, herkese iyi pazarlar diliyorum.

"…kentin tümü için, hasta bozuk ve çarpık olduğu, bunun da kesilerek biçilerek düzeltilmesi gerektiği gibi yaygın bir kanı bulunuyor. Mimarların, belediyecilerin ve şehircilerin, kenti kusursuz duruma getirmek gibi bir özlemleri var. Ancak gözden kaçan da bir gerçek var: Kenti kent yapan, yollar, binalar değil, bizleriz. Kent, tıpkı canlı bir organizma gibidir; bizim gibi, kusurlarıyla varlığını sürdüren bir organizma. Kentler de tıpkı bizler gibi canlı, yaşlanan, değişen ve çirkinleşen bir organizmadır. Sorunlarımızla birlikte yine de mutlu olmanın yolunu bulmak için yaşıyorsak, kentler de kentliler aracılığıyla bunu başarmak zorunda olmalı. Ve bunu yaparken de mimarlar, şehirciler ve yerel yöneticiler nasıl bize bu kadar müdahale ediyorlarsa, biz de onlardan eleştiri oklarımızı hiç mi hiç esirgememeliyiz. Değişim kaçınılmazdır kuşkusuz. Ama sevdiğimiz şeyler, bizimle birlikte değiştiği zaman yaşamımızın bir zenginliği olarak bizimle birlikte yaşar gider. Zorla, şokla değiştirmek ise, bu ilişkiyi öldürebilir. Çünkü kent bir nesne değil, canlı bir organizmadır. Onu cetvelle, pergelle anlamaya çalışmak boşunadır. O bir hücre gibi canlı ve devingendir. Onu bir kristal gibi düzenli saymak ya da öyle olmaya zorlamak, onu ölü bir taş parçası saymakla eş anlamlı olacaktır.

"Sonuç, tek görüşe, tek kişiye boyun eğmiş, kentliliğin başlıca niteliği olan bireyselliğini dolayısıyla özgürlüğünü yitirmiş insanların bir arada durduğu mekanlar olup çıkıyor kentler! Öte yandan deniliyor ki kenti düzenlemek, yenilemek uzmanların değil kentlinin işi olmalıdır. Kentlinin katılımı olmadan onlar için iyi bir kent düşünülemez. Yoksa herkesin malı olan mekân, uzmanların malı olur çıkar. Öyleyse, kentli kent yönetimine katılmalıdır. Büyük kentler, havasının insanı özgür kıldığı yerlerdir. Aslında, insanların istedikleri zaman kalabalığına karışarak yalnız ve mutlu olabildikleri gerçek büyük kent, kötü değildir." (İSTANBUL-1996 Çekül Çizidizi-1 / Tan Oral-Mimar)