Talat Kırış

15 Mart 2021

Burada olmanı isterdim

Yine ayın on beşi oldu. Her ayın on beşine bıraktığım, küçük, bir sütunluk gerçeküstü öykülerden biri, bir dolunay öyküsü; aşklara, gidenlere, İstanbul'a ve Pink Floyd'a bir selam…

Yazmak zorundaydım, ama kalemim kağıdım yoktu. Ruhum Rumelikavağı'nda iplere asılmış kolyozlar gibi kuruyordu. Teknemi satmıştım. Kendimi terk etmiş İstanbul'u terk edememiştim. Bu şehir beni severdi, bana sevgili de olmuştu, ana-baba da, arkadaş da. Denizlerinde yüzmüş, çarşılarında kaybolmuştum. Gece yarıları yağmur yağarken, kulaklarımda kalbime değen müziklerle yollarında yürürdüm. O gece, şafağa daha varken, surların üzerinden onu seyrediyordum yine. Dolunay, yavaş yavaş, ama birdenbire de çıktı. Tezatlar ülkesinde yaşıyorduk zaten. Ben mümkün geçmişlerimden birinde Bizans İmparatoru'ndan kaçan eski bir askerdim surların üzerinde. Ay geceyi böldü, yeryüzüne yağmurla beraber ayışığı dökülmeye başladı. Seni o zaman mı gördüm, öncesinde miydi, ya da binlerce yıl sonra bir hastane koridorunda mı karşılaşacaktık. Birbirine karışmış mümkün geçmiş ve geleceklerimde sırılsıklamdım, karmakarışıktım. Galiba aşık oluyordum. Sense bulutların arasında menevişlenen bir hayaldin, belki de Bizanslı bir prenses. Uzaklara bakan gözlerinde bir ezgiydi hüzün. Sanırım beni o çekti, hüznünü gülümsüyordun dudaklarında. Sana bakmaya kıyamıyordum, gözlerim mühürlenmişti. Usulca kafamı çevirdiğimde kalabalık bir yalnızlığın ortasında buldum seni. Koşmaya başladım, deli gibiydim. Ayaklarımda tonlarca ağırlık, ruhumda mı yoksa, sana gelemiyordum. Sen kalabalıkların arasından bana bakıyordun, ama onlar ellerini sana uzatmış seni çekiştiriyorlardı. Seni kurtarmak istedim tüm o insanlardan. Hâlâ yağmur yağıyordu. Ay kaybolalı, gün ağıralı çok olmuştu. İstanbul bana yol gösterdi, elimden tuttu çeke çeke sana götürdü beni. Kaybettiğimi sandığım anda tekrar gördüm. Başka bir çağdaydık. Süzülüyordun kalabalığın arasında. Bir göz yaşı damlası nasıl kayarsa yanağın kenarından, öyle yavaş, öyle acılı bırakıp gidiyordun beni.

Su damlalarını avucunda tutamazsın. Yine yağmur yağıyordu, aşk bir deli rüzgar gibi dadanmıştı bedenime, bir bıçak gibi saplanmış, kanamaya başlamıştım. Bu kanamaları bilirim, ölene kadar iflah olmam artık. Uyku uyuyamam, yemek yiyemem. İstanbul'a yağmur yağıyordu ve sen birden benim bütün mümkün geçmişlerimden çıktın. Tek bir mümkün gelecekte bir peronda mavi bir vagona doğru yürüyordun Sirkeci Garı'nda. Ben daha Karaköy'deydim, Haliç'i geçmeye çalışıyordum, sana yetişmeye çalışıyordum. Kalbimi jiletledi tinerci çoçuklar. O vagona binmem lazımdı, sana ulaşmam lazımdı. Haliç, benim kanımla ıslandı. Yağmur kalbimden akan kanı yıkıyordu. İçimde kalan son can parçasıyla gardan içeri girdim, vagona yapıştım. Gözlüklerim buharlandı, seni göremedim ama kokunu duydum. Oradaydın, trendeydin, ben trene yetişmiştim son anda. Tren uzun hüzünlü bir düdük çalıp kalktı. Dudaklarımla kokunu öptüm, daha iyi hissediyordum, seni bulmuştum, bırakmayacaktım. O tek mümkün geleceği, binlerce yılın arasından bulmuş, kanayan kalbimle sana ulaşmıştım. Mutluydum. Yağmur damlaları trenin camlarına vuruyordu ve seni görecektim bir saniye sonra. Gördüm de. Tren gidiyordu, ben seni trenin camında gördüm. Başka yönlere giden trenlerdeydik. Çaresizce İstanbul'a sarıldım, sımsıkı sarıldım. Bir daha kimseye sarılamayacağım kadar sıkı sarıldım. İlk istasyonda indim trenden, karşıma çıkan en ıssız sokağa daldım. Taa uzakta deniz görünüyordu. Soğuk gecede martılar çığlık atan kar taneleri gibiydi. Sırılsıklamdı kirpiklerim. Kulaklıkları taktım kulağıma, düğmeye bastım, binlerce şarkı arasında gecenin bu saatinde, artık hiçbir mümkün geçmiş ve mümkün gelecekte bir daha sana rastlayamayacağımı ilan edercesine ağır ağır çalmaya başladı Wish You Were Here…