Şükrü Hatun

04 Aralık 2015

İki mektup, iki çığlık, bir talep: Şiddete/savaşa acilen son verilsin!

Diyarbakır’da zorunlu hizmet yapan bir hekimin ve tip 1 diyabetli bir lise öğrencisinin mektupları...

Geçen hafta apansız ama öncesinde ne olduğunu, ne yapıldığını, “ne yapsa ne etse üstüne geldiklerini ve ona mavi gökyüzünü dar ettiklerini” görmenin etkisi ile en az Hrant’ın öldürülmesi kadar, bizleri çaresiz bırakacak kadar üzüntüye boğan Tahir Elçi’nin öldürülmesi, bir çok dersler ile dolu bir ölümdü. Ona en yakın insanın, Türkan Elçi’nin çantasını yanına koyup, içinden çıkardığı bloknotlara yazdığı, neredeyse Rakel’in Hrant’ın arkasından konuşurken ki ses tonu ve vurgulamaları ile kararlı bir sesle okuduğu ama “Tahir Elçi” derken içinin yandığını hissettiğimiz mektubu bir bakıma bu dersleri anlatıyordu. Tahir Elçi’nin en çok faili meçhullerin yetimleri için üzüldüğünü, onun az kalan “ kınalı güvercinlerden olduğunu” ve “dört ayaklı minarenin üstüne konup” bize sesleneceğini, yaşadığı zamanlardaki sıcaklığı ile “ Hoşça kalın dostlar, iyilikle kalın” diyeceğini biliyoruz artık. En az bunun kadar Tahir Elçi’nin, şehrinin  ve insanlarının günlük yaşamını çekilmez hale getiren ve sessiz bir göçe neden olan “şehirlerdeki şiddet ve savaştan” derin bir kaygı duyduğunu da biliyoruz.  Aşağıda birisi Diyarbakır’da zorunlu hizmet yapan bir hekimin, diğeri Tip 1 diyabetli bir lise öğrencisinin mektupları var. Bu mektupları birer çığlık olarak okuyabiliriz ve Tahir Elçi öldürülürken ekranlara yansıyan görüntülerin oralara emek veren insanlarda ve kendilerine bir gelecek yaratmaya çalışan çocukların hayatında nelere mal olduğunu bir kez daha düşünebiliriz.

 

Ortam çok kötü herkes gergin, hastalar çok zor durumda!

 

Herkese merhabalar,

Benim Diyarbakır'a zorunlu hizmet için göreve gelmem hayatımda sadece tıbbi değil sosyal açıdan da çok farklı bir tecrübe oldu. Burada hekimlik yapmanın tatminkarlığı ve mutluluğuna paha biçilemez. İnsanların gözlerinizin içine bakarak, akla gelmeyecek duaları etmeleri, kendi evlerinden ekmeğini, yoğurdunu, çorabını, meyvesini getirmeleri; size dünyanın en değerli varlığı gibi davranmaları muhteşem. Ancak son dönemlerde gittikçe artan şekilde gelişen olaylar nedeniyle kendimi sıkışmış, arada kalmış ve olayları düzeltemediğim için (her ne kadar buna gücümün yetmeyeceğini bilsem de) çaresiz hissediyorum. Üzülüyorum. Bugün hayatımın en zor günlerinden birini geçirdim. Sabahtan akşama kadar silah sesleri ve roketatar sesleri altında poliklinik hizmeti verdim. Silah sesleri o kadar yakınımızdaydı ki camlara bile yaklaşamadık. Kobani olaylarından sonra ilk defa bu kadar olayların içinde kaldım.  Ortam çok kötü, herkes gergin, hastalar çok zor durumda. Gelemeyenler, gelip de eve gidemeyenler var. İstanbul'dan olayları seyretmek, yorum yapmakla burada olayların içinde, tam ortasında kalmak çok farklıymış. Bunları sizinle paylaşmamın nedeni, içim içime sığmıyor, yetemiyorum, ağlıyorum, haykırmak istiyorum ama içimi boşaltamıyorum demek için. Sizlere yazarsam belki  rahatlarım diye düşündüm. Dualarınızı eksik etmeyin.


 

Bizim denize karşı masmavi hayallerimiz olmadı!

 

Silahlar susmuyor yine ölümler bitmiyor. Patlayan silahlar arasında ders dinledik. Ne zormuş o silah seslerini duymak, patlayan her kurşunu yüreğinde hissetmek, o acıyı o korkuyu bir an yaşamak. Dersin ortasında yine silah sesleri geldi bu sefer; uzaktan değil, o kadar yakındı ki sınıfımızın camına çarptı, çığlık atanlar oldu, herkes sıraların altına saklandı, korkup ağlayanlar vardı. Yazılı ya da sözlü notları düşük olduğu için değil de, bir kurşun çoğu kişiyi ağlattı o an. Bir daha unutulabilecek mi bilmiyorum, o korku silinebilecek mi hafızalardan bilmiyorum. Okul bahçesinde gezmek yasaktı çünkü her an kurşun birine isabet edebilirdi. Savaş ne korkunç şeymiş, biz bu anı bir kez yaşadık, biz bir kurşuna ilk kez bu kadar yakın olduk, ilk kez savaş korkusunu içimizde yaşadık; peki ya Sur içinde hala devam eden o çatışma, belki kaç kez patlayan camlar var, o savaşın içinde olanlar var, gece yataklarında o silah seslerini duymak, o silah sesinin yakınlaşmasındaki korkuları yaşamak var. Peki ya niye bu acı? Bu korku niye?. Yarın yine silah sesleri olur mu acaba? Bir yandan ders dinlerken hocanın sözleri yine silah sesleriyle bölünür mü? İçimizde her an yine kurşun gelme korkusu olur mu yarın? 0 kurşunlardan biri bana isabet eder mi korkusuyla o tahta sıralarda oturmak istemiyoruz biz. Surlar onca yıldır ayakta, onca savaş, onca zulüm gördü; kimilerini korudu kimilerini koruyamadı.  Acaba beni de surlar koruyor olabilir mi?

Bizim denize karşı masmavi hayallerimiz olmadı hiç bir zaman; tıpkı kaderimiz de o surlar gibi kara olmasın diye mücadele ediyoruz. Kimimiz kayboluyoruz, kimimiz o masmavi denizlere uçarız ama hiçbirimiz o surların rengini o sur içindeki savaşı, o okula gelen kurşunu, o çığlık seslerini, ellerdeki silahları, bu zulümleri unutmayacağız.

 

Talebimiz

 

Zaman etkili sözler yazma zamanı değil ama çok yakından tanıdığım bu iki kalbin talebinin hepimizin ortak talebi olduğunu biliyorum. Tahir Elçi’yi, Türkan Elçi’yi, Nazenin Elçi’yi, Arin Elçi’yi sevgi ile selamlayarak “Şehirlerdeki şiddete/savaşa acilen son verilmelidir” talebini  bu yazı ile bir kez daha dile getirmek istedik sadece.