Kalın ve ağır bir hayat yaşıyoruz. Hafiflemeye ihtiyacımız var. Öyleyse hayatımıza edebiyat katmalıyız.
Edebiyat hayatı inceltir. Hatta sizi kanatlandırır ve özgür kılar.
Okurken de yazarken de bu böyledir.
Bir de bakarsınız ki bilmediğiniz diyarlarda kanat çırpıyorsunuz, seyretmenin, tanımanın ve görmenin doyumsuz hazzını yaşıyorsunuz.
Bazen de neşe ve huzur veren satırlarda yeniden doğmuşçasına rahatlarsınız.
Edebiyat sayesinde düşünme yetiniz uyarılır, kendinize doğru soruları yöneltir ve aradığınız yanıtlarla farkındalık boyutuna taşınırsınız.
Okuduğunuz satırlar garip bir hüzün de doldurabilir benliğinize; acının, kederin ve tarifi mümkün olmayan ancak insanın doğasında bulunan karanlık duygularınıza da ışık tutabilir.
Edebiyat kelimelerle dünyayı görme, insanı anlama ve anlamlandırma sanatıdır. Kalbimiz ile beynimiz arasındaki koridorları açan, erdemlerin gücünü, vicdan hassasiyetini, gönül ferahlığını bize hissettiren tek kişilik ayindir. Zihnimizi dekore ederken kullandığı hammadde insandır.
Edebiyat ile bir yandan insanların ruhuna sızarken, bir yandan da insanlığımıza sahip çıkma gücü buluruz. Empati antrenmanları en güzel bu sahada yapılır.
Yazmaya başladığınızda kaleminizin ucu diğer tarafta beyninize değer. His dile dönüştükçe bilince aktarılmış olur. Psikiyatristlerin bilinçaltını bilince taşımaları gibi… Saussure dilde ikamet ettiğimizi söyler ve dilin bir iletişim aracı olmanın çok ötesinde anlama sahip olduğunu kanıtlar.
Onun geliştirdiği dil teorisinin hakkını veren dikkat çekici isimlerden biri de şöhretli psikanalist Lacan’dır. Lacan şairleri, gerçek hayat kadar önemli olduğunu iddia ettiği imgeler ve simgeler dünyasının hakiki ustaları olarak tanımlar. İşte edebiyat bizi imgeler ve simgeler dünyasında yaşatır. Orada başımızdan geçenler Lacan’a sorarsanız kanlı canlı tecrübelerimiz kadar güçlü etkiler bırakır zihnimizde.
Edebiyat bir şeye bakmayı değil onu görmeyi öğretir. Sırf görmekle de kalmayıp gördüğüne dokunabilmektir size sağladığı. Bazen dokunmanın da ötesine geçip dokunduğun şeye hayat vermektir. Hayat verdikten sonra da hayatı paylaşmak onunla bir bütün olmak, onu yaşamaktır.
Çok değerli bir edebiyatçı dostum var. ÖSYM sınavını ilk sıralarda kazandıktan sonra Bilkent Elektronik Mühendisliği’nden mezun olup, başarı ile çalıştığı yurt içinde ve yurt dışındaki kurumsal firmaların parlak paketlerine sırtını dönerek edebiyatın büyülü kanatlarına tutunmuştur. Kendine seçtiği aykırı kariyer yolunda ilerleyen sıradışı bir insandır. Onla yaptığımız doyumsuz edebiyat sohbetlerinde yazarları çok güzel tanımlar. Dostum Toprak Işık’a göre; Nietzsche Tanrı’ya meydan okumasını istediği bireyi, Kafka kuşatılmış insanı anlatır. Balzac tutkusunu mürekkep olarak kullanan bir yazardır. Romanlarında da tutkunun şekillendirdiği hayatları serer okurun gözleri önüne.
Tolstoy, Proust, Balzac iyi gören yazarlardır. Bu yüzden kitaplarındaki sahneler resim gibi çizilebilir ya da film gibi çekilebilir. Dostoyevski, dehası tartışma götürmese de iyi duyan bir yazar değildir. Tolstoy’un da dediği gibi diyalogları zayıftır. Hemingway ve Steinbeck’i de iyi duyanlardan diye tanımlar. Ve ona göre bizim edebiyatımızın belki de eni iyi duyanı Memduh Şevket Esendal’dır. Onun kahramanlarının konuşmalarını asla yadırgamazsınız. Buna benzer tanımlamalar çok tanrılı bir aykırı evren imgesi doğurur zihnimde. Her tanrının kişisel özellikleri, yarattığı dünyadaki insanları ve yaşamları kendine özgü biçimde şekillendiriyor. Balzac’ın dünyasında kahramanların hırsı fırtına olup esiyor, ateş olup kavuruyor. Tatlı meltemleri bulamazsınız onun kitaplarında. Bütün duygular coşkuyla ve aşırı biçimde yaşanır. Hemingway’in dünyasında aşk vardır, Amerikan toplumunun temellerinde yer alan kişisel hırs vardır ve kapitalizmle bağdaşmadığı için şefkat yoktur. Örnekleri çoğaltmak istersek günümüz yazarlarından Homeros’a kadar yol olur. Ne kadar çok yazar o kadar çeşitli dünyalar… Buna rağmen sadece gerçek uzayda yer kaplayan mavi gezegenle yetinmek niye? diyor.
Tarih edebiyat değildir. Ama edebiyat aynı zamanda tarihtir. Bir milleti tanımanın en kolay yolu yine edebiyattır. Necip Mahfuz sizi Mısır’a götürür. Midak Sokağı’nda yaşamın nasıl olduğunu gösterir size. Dünyanın parasını da dökseniz hiçbir turizm şirketi size bu olanağı sağlayamaz. Sadece piramitleri görüp gelirsiniz. Haruki Murakami Vatanebe diye bir Japon genciyle tanıştırır sizi. Genç Japon aşıkların en mahrem sırlarına ortak olursunuz. Yaşar Kemal ya da Orhan Kemal okumadan Çukurova’yı ve Çukurova’lıyı tanıyabilir miydik?
Savaş denilen çıldırmayı da en iyi anlatan edebiyattır.Ve edebiyat gazete yazısı değildir.
Taraflılığı ile dönüştürür sizi. Yazar kendi durduğu yerden gördüklerini önünüze koyarak dünyaya bir de bu açıdan bakın der. Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’u okuduktan sonra becerebiliyorsanız sevin savaşı. Son sayfanın ardından kalbinize derin bir sızı oturmuştur. Boğazınızdaki düğümden “kahrolsun savaş!” diyerek kurtulmak istersiniz. Erich Maria Remarque size bu duyarlılığı kazandırabilmek için gerçek hayatta kimsenin kılına zarar vermemiştir. Oysa imgeler ve simgeler dünyasında kan gövdeyi götürmüştür. Sadece herkesten farlı bir açıdan bakmıştır gencecik insanların hayatlarının söndürüldüğü ve kiminin adına kahramanlık dediği boğazlaşmaya.
Edebiyat hayatınızı kolaylaştırmaz. Nasıl musluk tamir edeceğinizi veya lastik değiştireceğinizi öğretmez. Nasıl zengin ve mutlu olacağınızla ise hiç ilgilenmez. Ama zaman ve mekan tanımayan düş kanatları ile uçurur sizi. Üstelik kanınızdaki alkol seviyesi sıfır promildeyken ve beyniniz dumansızken yapar bunu…
Sonra bir de beyninin acıyan yerlerini antidepresanlarla uyuşturmaya çalışan günümüz insanına şunu hatırlatmak gerek: Yazmak unutmaktır.
Pessoa