Sibel Yerdeniz

06 Eylül 2013

Tarih 'Ustanın Hikâyesi'ni bir de böyle yazacak

Irak işgalinden önce, dönemin Amerika Dışişleri Bakanı Colin Powell’in Başkan Bush’a uyarı olarak şöyle söylediği rivayet edilir: “You break it, you own it!”

Irak işgalinden önce, dönemin Amerika Dışişleri Bakanı Colin Powell’in Başkan Bush’a uyarı olarak şöyle söylediği rivayet edilir: “You break it, you own it!”

Bazı alışveriş dükkânlarının da benimsediği bir kuraldır bu: “Kırarsanız, sizin olur!” Bizim ülkemizdeki karşılığı: “Eğer kırarsanız, bedelini ödersiniz!”

Bir yandan tüm dünyaya bu operasyonun gerekliliğini anlatmaya çalışan Bakan Powell, diğer yandan Irak’ı kırmaya hazırlanan Başkan Bush’a şöyle bir uyarıda bulunuyordu; “Eğer Irak’ı işgal ederseniz halkın -yirmi beş milyon kişi- tüm umutları, istekleri, acıları ve sorunları sizin olacak. Bütün hepsi!”

Amerika, züccaciye dükkânına dalan fil misali yerle bir ettiği Irak’tan sonra bu ‘insani müdahale’ operasyonlarının muhasebesini -kazandıklarını ve kaybettiklerini- muhtemelen daha uzun yıllar yapacaktır ama bugün Irak işgalinden geriye kalan; kimlik ve mezhep temelinde kalıcı olarak kırılmış, bölünmüş, paramparça olmuş bir kadim halk.

Yağmalanmış şehirler, yağmalanmış doğal kaynaklar ve yağmalanmış hayatlar. Binlerce ölü, yerinden yurdundan sürgün edilmiş binlerce insan. Yoksulluk, yalnızlık, hastalık, korku, nefret, travma. Bugün hâlâ, onlarca insanın ölümüne neden olan çatışmalar ve kalıcı düşmanlık.

Yaşanan onca trajediden sonra, işgal için ileri sürülen nedenin “Saddam’ın kitle imha silahları var” iddiasının doğrulanamaması.

“Bizim hatamız demokrasi istemeyen bir halka demokrasiyi dayatmaktı,” diyen işgalcinin kabahatinden büyük özrü,

Halklar, kurtarıcılar ile işgalciler arasındaki farkı ne zaman ve nasıl öğrenirler?

Hangi bedeller karşılığında?

Bizler, kendisini kurtarıcı ilan eden işgalci bir iktidarın gölgesinde hangi bedeller karşılığında sessiz kalırız?

Ne uğruna işgalciden yana oluruz?

Başbakan Erdoğan, Suriye’ye müdahale için Amerika’ya yol gösteriyor; “24 saatte uğra çekil, olmaz. Kosova’da biliyorsunuz mücadele 78 gün sürdü. Ondan sonra iş temizlendi.”

Başbakan için ‘savaş’ bir temizlik işi. Kendinden olmayanı, varlığını onaylamadığını silip süpürmek, kazımak, yok etmek istiyor.

Aylardır savaşın taşeronlarına -kiralık katillere- temizlik malzemesi yetiştiremediği bir komşu ülkenin kaderi ile oynuyor. Kendi ülkesinde, iktidarının bütün yetkilerini ve imkânlarını seferber ederek.

Yine de, fanatik destekçileri tatmin olmuyor: “Suriye devrimine -Esad karşıtlarına- silah depolarımızı sonuna kadar açalım. Riskse risk! Zaten boğazımıza kadar battık, başka çaremiz de yok.”

Hep daha fazlasını istiyorlar.

Çivi çiviyi söker deyip, acıyı acıyla bastırmak, kanı kanla yıkamak istiyorlar.

Neden?

Çünkü ‘Usta’ öyle istiyor.  

“Ahlaki ve insani bir görev olarak insanı yaşatmak, ölümleri sona erdirmek için” diye açıklıyorlar.

Onlara göre bunun adı, mazlumdan yana olmak. Bunun adı, yaşatmak.

Bana göre bunun adı; gözü dönmüş fanatikleri, kiralık katilleri silahlandırıp, halkları kendi topraklarında kana ve ateşe boğmak.

Bunun adı, hiç bir insani kaygıya kapılmadan “Benim tarafım kazansın da diğerleri ne olursa olsun,” diyebilmek.

Neden?

Çünkü uzlaşma istemiyorlar. Çünkü ‘muhalifler kazansın’ istiyorlar. Zalimlerden zalim beğenelim istiyorlar.

Suriye’de iç savaşın başladığı günden bu yana yüz binden fazla insanın öldüğü, iki milyondan fazla insanın göç etmek zorunda kaldığı biliniyor.

Uluslararası camiada, savaş silahları arasında, ‘kimyasal’ olanların diğerlerinden apayrı bir yeri var. Onca ölüm, katliam arasında, bir tek ‘kimyasal silahlar’ kullanıldığında yerlerinden zıplıyorlar.

Neden? Çünkü kimyasal silahlar ‘kırmızı çizgiler’i ihlâl ediyor; üretirken değil, satarken değil ama kendi bilgileri dışında kullanılırsa sorun çıkıyor.

Satın al ama kullanma. Öldür ama kimyasal silahlarla değil.

Neden? Çünkü kimyasal silah kullanımının aynı zamanda kendi ulusal güvenliklerini de tehdit ettiğini düşünüyolar.

Çünkü ‘kimyasal silahlar’ üreticileri başta olmak üzere, tüm dünya devletlerinin en çok sevdiği, en çok sahip olmak istediği -ki fazlasiyla da sahip oldukları- ve sahip oldukları oranda da kendilerini ‘güvende’ hissettikleri ölümcül oyuncaklar.

Bir savaş anında “işi kökten temizlemeye” en uygun olanları.

Öyle, sinekler gibi öldürüvermek insanları. Çocukları uykularında zehire boğmak, ciğerlerini sökmek, nefeslerini kesivermek bir çırpıda.

Sonuç, yine “bir sürü çocuğu öldürdüler.”

Biz, çocukların nasıl bir hesaplaşmaya kurban gittiklerini değil ama yapanların kim olduğunu çok merak ettik günlerce.

Kimyasal silahları kim kullandı? Kimin eli daha güçlü? Kim daha acımasız? Kimin nefreti daha zehirli? Kimin öfkesi daha yakıcı?

Öldürülen çocuklar için fark ediyor mu?

ABD’nin, kimyasal silahları kullanan taraf olduğundan kesinlikle emin olduğu Esad, bundan dört ay önce de Banias’da çocukları katletmedi mi?

Savaşın başından beri ÖSO ve El Nusra’nın radikal islamcı ‘vahşi’ çeteleri, onlarca çocuğu katledip, onlarcasını kaçırmadı mı?

İki yıldır yaşanan bunca trajedi, kabul edilebilir sınırlar içinde mi kalıyordu? Batı’nın güvenliği için yeterince tehdit oluşturmuyor muydu?

Türkiye, tüm sınır boylarını sırf muhaliflere destek olmak için -giriş çıkışları kolaylaştırmak, açıkça verdiği desteği muğlaklaştırmak- sonuna kadar açtığında; Siera’nın katili bile elini kolunu sallayarak sınırdan geçip ‘cihat ile aklanmaya’ gittiğinde her şey çok mu kabul edilebilir görünüyordu?

Suriye’deki iç savaşın ‘bir tek politik süreçlerle çözülebileceğine’ inandığını söyleyen, ancak Esad’a, bir daha kimyasal silah kullanmaya teşebbüs etmemesi için ‘çok net bir mesaj’ göndermeye hazırlanan Amerika, bugün yarın Suriye’yi vuracak.

Aidiyetlerin, etnik köken ve din üzerinden ‘şiddetle’ ayrıştığı; farklı insan topluluklarının bir arada yaşamasının her gün biraz daha güçleştiği ve demokrasinin kimlik pazarlıklarına endekslendiği bir dünyaya evrilme yolunda keskin bir virajı daha böylelikle almış olacağız.

Bütün bunlardan sonra Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ‘baş azmettirici’ olarak insanlık tarihine geçecek.

Tarih ‘Ustanın Hikâyesi’ni bir de böyle yazacak.

Çünkü bu karanlık tablonun içinde Türkiye’nin durumu en az Suriye’ninki kadar hazin.

Daha en başından beri Türkiye’nin, Suriye savaşının bir ‘tarafı’ olarak Esad’a karşı savaştığını bilmeyenimiz var mı?

Ölen yüz binden fazla insanın içinde kaç tanesinin öldürülmesine aracılık ettik?

Savaş bölgesinde, kaç erkek bizim aracılığımızla işkence gördü, kaç kadın tecavüze uğradı, kaç çocuk evinden, geleceğinden, ailesinden ve hayatından oldu da, yetmedi?

Kendilerini canhıraş sınırın bu tarafına atan binlerce mültecinin, kadının ve çocuğun bizim topraklarımızda yaşadığı dramdan haberimiz var mı?

Esad’ın “Olası bir müdahalenin bölgesel savaş çıkaracağı” yolundaki uyarısına karşı Başbakan Erdoğan, “Ülkemiz böyle bir şeye her an hazırdır. Suriye buna ne kadar hazırdır bilemem,” diye yanıt veriyor. Sırtını NATO’ya yaslamış, işgalcilerle ‘her türlü koalisyonun içine girmeye hazır’ bir lider olarak.

Savaştan söz ediyoruz.

Yıkımdan, kıyımdan, yağmadan, zulümden, dehşetten, katliamdan, işkenceden, tecavüzden, açlıktan…

Kelimeler savaşı anlatmaya yeter mi?

Paramparça edeceğimiz her yaşam için, yakıp yok edeceğimiz her hasat için, nasıl bir bedel ödemeyi göze alıyoruz?

Asıl derdiniz, söylediğiniz gibi “Ahlaki ve insani görev olarak, ölümleri sona erdirmek” ise -tek bir çocuğun bile burnu kanamasın diye- diplomasi ve diyalog seçeneğinde ısrarcı olun, bölgede kalıcı barış ve demokrasi için mücadele edin de görelim ne kadar samimi olduğunuzu deseler, ne diyeceğiz acaba?

Nerede okuduğumu hatırlamıyorum, Lübnan iç savaşından önceki ‘güzel’  zamanlardan bahseden bir adam şöyle diyordu “Ne zaman umut bitti, o zaman savaş başladı. Savaş umutsuzluktan çıktı...”

Çocuklarımızın geleceği için, komşularımızla barış içinde yaşamak için, dünya için, insanlık için, bütün umudumuz bitti mi?

İdeallerimizde artık yalnızca savaş; çaresizlik, dehşet ve ölüm mü var?

Savaşmadan, kan dökmeden, yakıp yıkmadan, birbirimizi boğazlamadan bir arada yaşamanın bir yolu yok mu?

Ne kalır savaşlardan geriye?

Bütün çaresizliğimizle, parçalanmışlığımızla, yağmalanmışlığımızla, nefretimizle, amansız korkularımızla önünde tir tir titreştiğimiz cehennemin kapıları kalır.

Suriye’de bir tarafta gözü dönmüş cihatçı muhalifler ve kiralık katiller; diğer tarafta Esad’ın zalim askerleri ve milisler; cehenneme hangi kapısından girmeyi tercih ederdiniz?

Eli kanlı çetelere “Silah depolarımızı sonuna kadar açarak,” mı?

“Anti radyasyon füzelerimizi Esad’ın kafasına çakarak,” mı?

Ya da “Nasılsa boğazımıza kadar battık, ne fark eder,” mi?

Muhalif taraflardan El Nusra Cephesi, savaşın başından beri işledikleri cinayetleri, kendi kameraları ile kaydediyor. Aşağıdaki linki, boğazımıza kadar neye battığımızı; silah depolarımızı sonuna kadar açmak istediğimiz ‘kahraman, cihatçı savaşçılar’ın kimler olduğunu ve ne için ‘savaştıklarını’ daha iyi kavrayabilmek için, -izninizle- paylaşıyorum.

“Ben bu tür şeyler izleyemiyorum,” diyenlerdenseniz peşinen söyleyeyim, bizim bakmaya bile dayanamadığınız bu görüntüler hemen yanıbaşımızdaki komşularımızın her gün başına gelenler.

Eğer bunu yapanlar insansa, insanlık bu. Eğer bunlar savaşçı ise, savaş bu.

Bu görüntüleri hafızanızda, Esad’ın yaptığı -iddia edilen- katliam fotoğraflarının yanına koyun ve -eğer inanıyorsanız- dua edin:

Hiç kimse bizi ikisinden birini seçmek zorunda bırakmasın…

 

http://www.youtube.com/watch?v=lnKrSWC3boc&feature=youtu.be

 

@SibelYerdeniz