Söyleşinin birinci bölümü için tıklayınız
Zelal Özgökçe'yle yaptığım söyleşinin ikinci bölümü şöyle:
Sana verilen pasaporta “Türkiye hariç her yere gidebilir” yazmaları “ülkene gidersen seni koruyamayız” demek mi? Sığındığın yabancı bir ülke seni, doğduğun, büyüdüğün, köklerinin bulunduğu ve bir şekilde ait olduğun topraklardan, insanlardan gelebilecek tehlikelerden korumaya çalışıyor… Bir çocuğu, ailesinden korumak zorunda olmak ile aynı. Çok yaşanıyor ama yine de çok sarsıcı geliyor bu bana.
İltica talebi uluslararası koruma talebidir sonuçta, tehlikede olduğun ülkeye karşı. Acı elbette; seni sen yapan ama ‘olduğun’ gibi yaşamak istediğinde de seni -haklarını, bağımsızlığını, geleceğini- tehdit eden bir ülken olması.
Ama İsveç ile bağımı çok çabuk kurdum. Her ülke gibi eleştirilecek yanları olsa da Türkiye ile kıyaslandığında demokrasisi çok ileride. Kendimi burada yabancı/mülteci gibi hissetmiyorum. Dünyadaki ‘sınırları’ yadsıyan biri olarak kendimi hep dünya vatandaşı olarak gördüm. Burada da öyle hissediyorum. Belki birkaç sene sonra sana Küba’dan ya da Meksika’dan yazacağım ve oraları anlatacağım… Kafamı ‘ulus, vatan, millet, vatandaşlık’ gibi konularla meşgul etmiyorum. Hiç etmedim.
Ama Türkiye halen umrumda elbette. Yüreğimin bir kısmı halen orada. İnsanların ne yaşadıklarını önemsiyorum. “Beni ilgilendirmez artık,” diye düşünmüyorum hiç. En azından ailemin, akrabalarımın, dostlarımın yaşadığı topraklar olarak…
Kürt olmak, kadın olmak, mülteci olmak; hep önce bir takım etiketlerle mücadele etmek zorunda kalıyoruz değil mi?
Ne kadar ayrımcılığa uğradığımızı bu kavramlarla anlatıyoruz. Hak vermiyor değilim. Bir yanımıza hep saldırı var. Kadınlığımıza, erkekliğimize, etnik kimliğimize, cinsel yönelimimize ve daha pek çok şeyimize.
Özellikle Kürt ve Türk olmakla ilgili burada yaşadıklarımdan birkaç örnek vereyim.
Bir akşam birkaç arkadaşımla bir bara gittik. İçlerinden biriyle Türkçe konuşurken, sonradan barın sahibi olduğunu öğrendiğimiz kişi, bizi duymuş olmalı ki başka birine seslendi: “Heyyy, Türkler gelmiş, bayrağı çıkart!” Bunun üzerine ben de dedim ki, 'biz Türk değiliz, Kürdüz.” O da tekrar seslendi ve dedi ki “Çıkarma, çıkarma; başımız belaya girmesin!” Sonra da bizim için Ahmet Kaya'dan çaldı barda...
Barın sahibi Türkiye ve İsveç vatandaşı. İsveç'te doğmuş büyümüş, İsveç'te çalışıp, vergi ödüyor. İsveç'te 150 ayrı dilin konuşulduğu söylenir. Yaklaşık 10 milyon nüfusla her kültürün yaşamasına vergilerle pay ayrılmış. Öğretmenler, ebeveynlere 'evde ana dilinizi konuşun, İsveççe konuşmayın!' diyor çok dillilik korunabilsin diye... Ama 'bayrak' sevdası apayrı bir şey.
Ne yapacaktık biz bayrakla o gece, Türk olsak illa bayrak mı gerekecekti bize orada içip eğlenmek için?
Yanımızda Yunan ve Fars arkadaşlarımız da vardı; onlar ne düşüneceklerdi? Ayrıca niye başınız belaya giriyor biz Kürt olunca? Sen, çok kültürlülüğün bu kadar korunmaya çalışıldığı bir ülkede doğup büyümene rağmen bu “Bayrakçı Türk, bozguncu Kürt” algısını nasıl geliştirdin? Ya da sen nasıl oldu da hiç gelişmedin?
Peki, burada yaşayan herhangi bir Kürt, senin verdiğin 'biz Türk değiliz Kürdüz' tepkisini verir mi rahatlıkla?
Hani Sırrı Süreyya Önder demişti ya “Bu ülkede bir Kürt cumhurbaşkanı oldu, başbakan oldu, bakan oldu, vekil oldu, müsteşar oldu, bir tek Kürt olamadı,” diye. İşte İsveç’te rahatlıkla “Türk değilim, Kürdüm” denebilir çünkü burada Kürt olmakta özgürsünüz!
Zaten burada ‘anadil’ algısı da çok önemli. İlk öğretimde, beş öğrenci biraraya geldiğinde hemen anadil eğitimi koyuyorlar. Bunun yanında İsveççe ve İngilizceyi zaten öğreniyorsunuz. Bizde olduğu gibi savaşmaya gerek kalmadan -kan dökmeden- demokrasinin gereği olarak düzenlenmiş bu.
İsveçliler hemen şunu soruyor; hangi Kürdistan parçasındansın? ”İsveç Kürdistan’ı” diye cevaplıyorum bazen aynı rahatlıkta…
Ama sana yaşadığım başka bir olayı anlatayım.
Geçenlerde yine birkaç arkadaşımla bir yerlerde oturmuş sohbet ediyoruz. Türkçe konuşuyoruz. Arka masamızdaki kalabalık gruptan bir kadın seslenerek “Aaa siz de mi Türksünüz?” diye sordu. Ben de klasik cevabı verdim. “Yok, biz Kürdüz.” Bu sefer aynı kadın ağzı kulaklarında şöyle dedi: ”Aaa biz de!”
Bu duruma bir yorum yapmasam olur mu? Bu kafa karışıklığını, bu ruh halini neye yormalı? Onun çizdiği Türklük ve Kürtlük kümesinde kendi gerçekte nerede?
'Vatandaşlık' konusuna dönelim mi? Yakında İsveç vatandaşı olacağını söyledin. Nasıl işliyor prosedür?
Geldikten kısa bir süre sonra Göçmenler Dairesi'ne iltica başvurumu yaptım. İlk başvurumu alan kişinin ilk sorduğu soru şuydu:
“Emin misin?”
Aslında kafamın karışık olmasını tercih ederdim. ”Ne yapıyorum ben burada? Dönsem daha iyi” diye düşünebilmeyi. Sonuçta yerinde bir soru, insanı hazırlayan bir soru. Maalesef eminim çünkü dönmesem daha iyi… “Evet eminim.”
Prosedür çok net. Türkiye’deki gibi, herkesin kafasına göre işlemiyor. İşlemler seninle ve dosyanla ilgilenecek belirli memurlar arasında geçiyor. En önemlisi 'polis' değiller. Ve onların gözünde sen 'suçlu' değil, mağdursun.
Oturum alıncaya kadar iki sene geçti. Ücretsiz adli yardım aldım, avukatımı da kendim seçtim. Savunma yapmanın önünde hiçbir engel yoktu. Yeminli tercüman, söylediklerinin yazılı deşifresi ve ek yapma, düzeltme seçenekleriyle kendini ifade edebilmenin önünde hiçbir engel yok!
“Her şey mükemmeldi,” gibi bir tablo çizmek istemiyorum, elbette öyle değil ama ilk yaptığım -her seferinde- Türkiye ile kıyaslamak oldu. Bu da çok doğal çünkü aklım halen oradaydı.
Velhasıl, kısa bir süre içinde vatandaşlık için de başvuracağım. Çifte vatandaşlığım olacak bundan sonra da. ”Türkiye vatandaşlığından çık, sadece İsveç vatandaşı ol,” diye herhangi bir zorlama da yok.
İsveç'te polis/güvenlik güçleri ile ilgili kıyaslamaların/gözlemlerin nasıl?
Polis algım Türkiye’de şekillendiği için buradaki polislere ağzı açık baktığım çok oldu. İsveç Türkiye gibi bir ‘polis devleti’ değil. Eyleme gidiyoruz polis yok; seminere gidiyoruz bakanları dinlemeye, polis yok; yanımızda vekiller herhangi biri gibi oturuyor, aramızda polis yok. Polisin kötü muamelesi burada her gün konuşulan bir olay değil. Kırk yılda bir o da çok açık bir şekilde konuşuluyor, hiç bir şeyin üstünü örtmek gibi bir gayret yok.
Yine bir örnek verebilirim. Geldiğim yıl çantamı çaldırdım bir kafede. Adli bir sıkıntı ile karşılaşmamak için polise gitmeye karar verdim. Polis merkezine gitmeden önce bir tanıdığım bana bir takım bilgiler verdi. “Çok soru soracaklar, inanmayacaklar, ırkçılık yapacaklar. Kurumlarda çok ırkçı var…” türünden bilgiler.
Ertesi gün polis merkezine gidip olayı anlattım, rapor yazdık, raporun örneğini aldım.
Hiç bir olumsuzluk yaşamadım. Sonrasında da bana yapılan uyarıların ne denli 'ırkçı' olduğunu düşündüm ister istemez. “Deneyimlerimizden bile yola çıksak, kamu kurumlarında çalışanların ırkçı olduğu, ‘yabancı’ olduğun için sana negatif ayrımcılık yapacakları gibi bir kaygıyla insan sadece ırkçı olur arkadaşım,” diyemedim ne yazık ki.
“Ben İsveç ile bağımı çok çabuk kurdum” demiştin. Bütün bunlar mı etkili oldu acaba?
Bu, hiç bocalamadım demek değil ama geriye dönüp bakınca görece çabuk kurmuşum bağımı, evet…
İlk iki ayımı uyuyarak geçirdiğimi yazmıştım sana ilk mektubumda. Bir miktar depresif olduğumu hatırlıyorum… İkinci ayın sonunda kendime ait bir odam oldu. Yapayalnızım bir göz odada. Ama burayı cezaevi hücresine çevirmek istemiyorum. Bu çok mümkün çünkü. Hiçbir şey yapmadan öylece uyumak, dünyayla bağlantıyı koparmak çok mümkün.
Mülteci olarak yaşam dünyanın hiç bir yerinde kolay değil. Özellikle ilk günlerde. Sosyal, kültürel, politik, ekonomik koşullar, gündemler tamamen değişiyor. Türkiye’de eğitimin ne olursa olsun burada vasfın yok, her şeye baştan başlaman gerekiyor. İnsanın psikolojisi de değişiyor. Buradan Van Kadın Derneği için yazdığım bir basın metninin ağıta dönüştüğünü hatırlıyorum. Dinleyen kadınlar ağlamaya başlamış bizimkiler okuyunca. Oradayken basın bültenlerini genelde hep ben yazardım. Artık yazamıyorum…
Biraz kendime gelince iş aramaya başladım. Sadece biraz İngilizce biliyordum. Henüz oturum almadığım için okula da başlayamıyordum. Politik sebeplerle iltica ettiğim için başvurumun ilk gününden itibaren çalışma iznim vardı ama. Çalışma dairesinin web sitesinden iş ilanlarına bakıyordum her gün. Günde ortalama beş işe başvuruyordum internetten.
Sonra bir gün facebookta, lezbiyenlere ait bir barın kapısında duracak güvenlik görevlisi aradıklarını gördüm ve hemen mail yazarak başvurdum.
Nerden geldim, kimim özetle anlattım; aslında işe pek de uygun değilim ama denemeyi çok istiyorum. Hemen cevap verdiler; şu gün şu saatte görüşmeye gelir misin? Gittim. Beni 'desteklemek' istediklerini söylediler ve işe aldılar.
“İsveçliler kıskanç olur, çekemezler birbirlerini bu yüzden hemen ispiyonlarlar bir şey gördüler mi” gibi bir kaç tavsiyeyi(!) spamların arasına atarak işe başladım.
Yan yana üç bar, sadece ikisinin kapısında görevli var. Bizimkinin başında bir tek ben varım -160cm boyunda minik sayılabilecek bir kadın- onlar iri kıyım iki adam. “Yardım lazım olursa haber verin!” diye seslendim ilk çalışma gününde. Birbirlerine bakarak güldüler...
İlk çalışma deneyimi için zor bir iş seçmişsin?
Zordu ama bir yandan da eğlenceliydi çünkü insanlar sürekli sohbet etmek istiyorlardı. İşimin bir kadın için zor olup olmadığını, herkes mutlaka soruyordu. Ben de yine, sana daha önce yazdığım cevabı veriyordum; Bir ülkenin güçlü olmak için silahlara ve ordulara ihtiyacı olmadığına inanıyorsanız bir barın kapısında da güçlü kuvvetli bir erkek görmeyi ummayın!
Orada beş ay çalışabildim, bar kapandı çünkü. Çatışmanın bol, kendini kontrolün az olduğu bir ortamda çalıştığım için 'savaş ve barış' üzerine düşünecek bol vaktim oldu.
Her iki kelimeyi de duymaktan aynı derece de tedirgin olmaya başladım. Her ikisi de orduların kontrolünde dünyanın her yerinde. Şiddete o kadar alışığız ki, bir yandan “gelin uzlaşalım/barışalım” deyip çıkarlar uyuşmadığında da savaşa nasıl daha sert devam edilediğini en son Roboski’de gördük. Bedeli ne olursa olsun. Barış için yola çıkanların Sinop’ta nasıl karşılandığını da…
İş dışında eğitimine de devam ediyorsun?
Ben burada hem beynimi temizlemek, hem kendimi tanımak, hem de sakinleşebilmek için epeyce zaman bulabildim. Pek çok insan buraya gelip tekrar bir eğitime tabi olmayı yük ya da zaman kaybı olarak görüyor, hayat koşulları da bunu gerektirebiliyor. Ben severek başladım. Özellikle dil eğitiminde hem İngilizcem çok ilerledi hem de İsveççem derdimi anlatabileceğim düzeye geldi.
İsveççe'nin ilk aşamasında almam gereken yolu kısa sürede aldığım için para ödülü bile verdiler. Türkiye’de, bizim lise dönemimizde rütbeli askerlerin girdiği ‘vatandaşlık’ dersini İsveç’te tekrar okudum ve sınıf üçüncüsü oldum. Burada konular ağırlıklı olarak ‘demokrasi’ ile ilgiliydi ve ben demokrasi mağduru olarak çok yaralıydım. Yani bir başka deyişle deneyimliydim…
Okuldan sonra akşamları çalışmaya başladım. Haftada kırk saatim okulda, otuz saatim işte geçmeye başladı. Yine bir barda, bu sefer garson olarak.
İlk başta hedefim matematik öğretmeni olmaktı, derslerini aldım son aşamaya da gelmiştim ama kendimi daha iyi tanımaya başlayınca fikrim de değişti. Şimdi gazetecilik okumayı düşünüyorum. Temmuzda üniversiteye başvuracağım. Sınavsız, ücretsiz, yaş sınırı yok ve ‘YÖK’süz!
Yüreğimin bir kısmı hâlâ Türkiye’de demiştin ya; son dört yılda en çok ne etkiledi seni Türkiye ile ilgili?
Van depreminde tam bir kabus yaşadım. Aileme ulaşana kadar tam bir kriz. Günlerce yemek yiyemedim, uyuyamadım doğru düzgün.
Son haftalarda bir de Amerikalı Sierra’nın başına gelenlere çok üzüldüm. Daha kaybolduğu ortaya çıktığı anda ilk refleksim “eyvah, tecavüz edip öldürdüler…” oldu. Bir yanımla umutlu olsam da, sanırım az çok tanıyorum o coğrafyayı. Başbakan yardımcısı “İstanbul, hâlâ dünyanın en güvenli şehirlerinden biri,” demişti. Kimin için?..
Dün yine T24’de ”Hamile kadın on iki yerinden bıçaklandı” diye bir haber okudum. Ondan önce de balkondan aşağı atılan dokuz aylık hamile kadını... Çocukların, daha doğmadan şiddete maruz kaldıkları bir coğrafyadan geliyoruz. Yüzüncü yıl üniversitesi’nde son iki haftada yedi kız öğrenci intihar etti. Sierra’yı ararken başka kaç kadının cesedini buldular?
Sana daha önce de yazmıştım “Dünyaya yeniden gelsem, yine kadın olmayı isterdim,” ne kadar da iddialı bir laf... diye. Beş aylık hamileyken, kocası tarafından önce bıçaklanıp, sonra araba ile ezilerek öldürülen on yedi yaşındaki Eylem Pesen’e sorabilseydik ne düşünürdü acaba? Bütün o şiddet gören ve öldürülen kadınlara sorabilseydik?
Ben hep “doğdum, evlendim ve şimdi de öleceğim” diyerek hayatını özetleyen kadınların arkasından bakakaldım; yalnızca ecelleriyle ölmek için hayatlarını değiştirmeye çalışan o kadınların ardından... Bir film şeridi gibi geçtiler gözlerimin önünden üç kelime, bir repliğe sığarak...
Peki ya onların çocukları? En çok da onları merak ediyorum. Örneğin 2005 yılında Van’da öldürülen Nazime Alır’ın iki oğluna ne oldu mesela? Anne mezara, baba hapse girdiğinde onları Malatya’daki çocuk yurduna yolladılar. Sonra da yurtta çocukların dayak yediği görüntüler çıkmıştı ortaya hani, yurdu da dağıtmışlardı ondan sonra. Ne oldu o çocuklara? Ne olacağını umalım onlara?
Bir de... Berfo Ana önceki gün öldü… Birşeyler söylemek çok zor... Bazen kelimeler yetmiyor hissettiklerimizi anlatmaya. ”Oğluna kavuştu” diye yazmışlardı bir yerlerde, inanıyorum, öyledir...
Ne umalım ki başka?