Uçurtma uçurduğu yerde ne çimenler, ne başı bulutlarda ağaçlar, ne de masmavi gökyüzü var.
Sadece betonlar...
Şehrin yorgun ve kirli yüzü, gündelik yaşamın kargaşası, yoksulluk ve hep daha azıyla yetinme, büyüdükçe öğrenip öğrenebileceği.
Ama yine de ayakları yere değmiyor mutluluktan...
Onun yere değmeyen ayaklarına, kelebek kanatları gibi açtığı kollarına ve terden sırılsıklam olmuş saçlarına iyi bakın.
O, çoktan bu fotoğrafın içinden uçup gitmiş bir çocuk.
Adı Berkin. Adının anlamı ‘güçlü, dayanıklı’ demek.
Bir hastane odasında 95 gündür yaşam mücadelesi veriyor.
Bu süre içinde iki kere kalbi durdu, ağır bir enfeksiyon geçirdi, ateşi günlerce düşmedi.
Ama direniyor.
Kalbi çok güçlü, direnci de... ama o hâlâ küçük.
On dört yaşında...
Annesi en son ayak sesini 95 gün önce duydu. O gün bu gündür gözü yollarda, kulağı kirişte, yüreği ağzında bekliyor.
Fırına, ekmek almaya yolladığı küçük oğlu nerede kaldı, ne zaman dönecek?
Ayak seslerini bir daha ne zaman duyacak?
Berkin hayata tutunmaya çalışıyor, ailesi onun alıp verdiği nefese…
Beslenebilmesi için boğazına delik açtılar. Onu, o şekilde beslemeyi annesinin ve ablalarının yüreği kaldırmıyor.
Sizin yüreğiniz kaldırabilir miydi?
Berkin’in orada, o hastane yatağında ne işi var; üç aydır neden kendinde değil?
Neden ayakları tutmuyor? Neden yemeğini kendisi yiyemiyor?
Neden uçurtma uçuramıyor?
Çünkü yaşamın yaratıcı gücünün ona bağışladığı on dört yılını çaldılar, bir kara delik gibi yuttular...
15 Haziran’ı 16 Haziran’a bağlayan gece; Gezi Parkı’nın valilik emri ve polis zoruyla ikinci kez ‘dağıtılması’ ile başlayan olayların yaşandığı o dehşet gecesinde, Berkin de gece yarısına kadar arkadaşları ve ablaları ile birlikte sokaklardaydı.
Sadece beton binaların, alışveriş merkezlerinin, gökdelenlerin yükselmediği; duble asfalt yollarında eskortları ve zorba ihtişamlarıyla politikacıların, sıradan halkı sağa sola savurmadığı; parklarında özgürce uçurtma uçurabildiği bir şehir hayali için…
Olamaz mı?
Gece yarısından sonra eve dönmüşlerdi ama hiç kimse uyuyamıyordu.
Sokaklarda ve caddelerde gece boyunca aralıksız atılan biber gazının yakıcı kokusu apartman boşluklarına sinmiş, evlerin yatak odalarına kadar sızmıştı, İstanbul’un bir çok semti gibi Okmeydanı’nda da.
Sabah saatlerinde ortalık sakinleşmişti. Zaten şehirde olağanüstü hal ilan edilmiş gibiydi; sokaklarda ve caddelerde ‘güvenlik’ güçleri gövde gösterisi yapıyordu.
Ve o gün babalar günüydü…
Sabah kahvaltısı için ekmek alma görevi Berkin’e düştü.
Fırına gitmek için sokağa çıktı ve bir dehşet gecesinden geriye kalan öfkenin, nefretin kurbanı oldu.
Yakın mesafeden, hedef gözetilerek, gaz fişeğiyle kafasından vuruldu.
‘Sağduyulu’ ve ‘görevini hakkıyla yerine getiren’ polisler tarafından.
Polislerin görevlerinin ne olduğunu biliyorsunuz değil mi? Varlık sebeplerini? Neden ve nasıl eğitildiklerini? Ne karşılığında maaş aldıklarını? Devletin o maaşları nasıl ödediğini? Uymak zorunda oldukları kuralları?
Kime ve neye hizmet ettiklerini? Biliyor musunuz?
Ya politikacıların?
Neyi yapmaya talip olduklarını? Neden ve nasıl seçildiklerini? Hangi ideal ve motivasyonlarla toplumu yönetmeye aday olduklarını? Ne vaat ettiklerini? Karşılığında ne aldıklarını? Neyi yerine getirmekle yükümlü olduklarını?
Onlar da aslında bizim gibi bu toplumun ‘sıradan’ bireyleri...
Bugün bulundukları konumda her ne iseler sadece biz oy ve destek verdiğimiz; bize her ne yapıyorlarsa sadece biz izin verdiğimiz için.
Biliyorsunuz değil mi?
Geçmişte kim olduklarını, nereden ve nasıl geldiklerini, geldikleri yerde neye dönüştüklerini hiç unutmayın.
15 Haziran’ı, 16 Haziran’a bağlayan o geceyi de hiç unutmayın.
Başbakan “Emri kim verdi diye soruyorlar. Ben verdim!"
Sonuç “Polisimiz destan yazdı!..”
Sonuç, sabahın 07:00'sinde ortada hiçbir çatışma, hiçbir olağanüstü hal yokken ‘bitkisel hayata’ mahkûm edilmiş bir çocuk...
Zulmün destanı nereye yazılır?
Sadece kurbanlar ağır bedeller ödemez, cellatlar da öder, bir gün… diye yazar tarih.
Kişisel çıkarları, hırsları ve kör inançları uğruna halklara zulmeden politikacılar.
Etrafa dehşet saçarak mesleğini icra ettiğini iddia eden ‘güvenlik’ görevlileri.
Korkarak inanmak… Korkuyla yönetmek… Korkutarak yol almak…
Nereye kadar?
Aynı günlerde İçişleri Bakanı; "Polisimizin sağduyusunu koruduğunu, görevini hakkıyla yerine getirdiğini ifade etmek isterim."
O ifadeyi, bir de tarihin almasını isterim...
Eylemciler arası ‘iş bölümü’ yapmış ‘ünlü’ karikatürist, geleceğin baş danışman adayı:
“Sen taş atacaksın, sen molotof atacaksın, sen barikat kuracaksın, sen de öleceksin…"
Birileri taş attı, birileri ateş yaktı, birileri barikat kurdu, birileri de öldü…
Ölen -öldürülen- çocuklar diyorlardı ki:
“İçinde yaşadığım doğayı tahrip etme. Kaynaklarımı yağmalama. Geleceğimi karartma. Yaşama sevincimi elimden alma. Tercihlerime karışma. Bana baskı yapma, şiddet uygulama... Senin istediğin gibi yaşamak zorunda değilim. Senin inandığın şeylere inanmak zorunda değilim. Sana boyun eğmek zorunda değilim!..”
Sadece bunları söylüyorlardı.
Hayalleri için, geleceği için, yaşama sevinci için, aşk için, insan hakları için… mücadele etmezlerse, başka ne için ederler ki genç insanlar?
Baktığınız pencereden size ‘kurgu’ gibi mi görünüyor bütün bunlar?
Yoksa biz çok mu aptal görünüyoruz o mesafeden?
Bulunduğunuz irtifa çok mu baş döndürücü?
Oturduğunuz koltuk fazla mı rahat? Her türlü manevra kabiliyeti var mı? Alçalarak yükselen cinsten mi?
Ne yalan söyleyeyim, bana da ‘kurgu’ gibi; ‘vahşet tiyatrosu’ görünüyor yaşananlar.
Biri emir verdi. Biri hedefi belirledi. Biri eliyle işaret etti. Biri nişan aldı.
Çocuk, ekmek almaya gidiyordu... Sırtı dönüktü.
Tam kafasının arkasına isabet etti gaz fişeği.
Gözleri karardı, elleriyle boşlukta tutunacak bir yerler aradı ve düştü...
Düştü ve bir daha da kalkamadı.
Adı Berkin...
Emri verenler için küçük bir sıkıntı kaynağı, ismi bile akılda tutulamayacak kadar önemsiz bir ayrıntı, devede kulak…
Annesi için oğulotu, kendi yüreğinin yanında pıt pıt atan minicik yürek, göğsünde süt kokusu, uykusuz geceler, ilk tekme, ilk adım, ilk sözcük, uçurtma uçuran minik eller...
Babası için ilk oğul, bebekken havaya atıp tutarak sevdiği, eve bir saat geç kaldığında yüreği ağzında beklediği, top oynarken ayağına taş değecek diye endişelendiği gözbebeği...
Yaşamlarının on dört yılı.
Şimdi o on dört yıla bakıyorlar. Her gün, her saat, her dakika...
Oğullarına bakıyorlar; onu düşlerinde binlerce kez, uyuduğu bu derin uykudan uyandırıyorlar.
Güzelim gözlerini açıyor, onları tanıyor ve gülümsüyor.
Binlerce kez bu uyanışı hayal ettiler ama kimbilir kaçıncı kez yenildiler hayatın acımasız gerçekliğine.
Yine de beklemekten ve ümit etmekten bir an olsun vazgeçmiyorlar.
Buna daha ne kadar dayanabilirler? Bu hayali daha kaç kez kurabilirler?
Annesi, oğlunu en son ‘ayakta’ gördüğü o anı hatırlıyor. O kapıdan çıkıp gidişini.
Eskiden hayatın akışı içinde, öyle olması gerekiyormuş, başka türlüsü olamazmış gibi gelen şeyleri düşündüğünde ve bugünden geriye dönüp baktığında şimdi çok anlamsız görünüyor her şey...
Çocuklarını, kaybeden insanların yüzlerine bakıyor uzun uzun…
Nasıl dayanıyorlar?
Diğer annelerin yüzlerine bakıyor; Ali İsmail’in, Ethem’in, Medeni’nin, Ahmet’in, Mehmet’in, Abdullah’ın… çocuklarının ölü bedenlerinin gölgesinde mezar taşları gibi oturan acılı annelerin yüzlerine bakıyor ve oğlunun ‘yaşadığına’ şükrediyor.
Yüce gönüllü politikacılarımızın, bu coğrafyada ölen çocukların annelerinin yüzlerine bakacak yüzleri yok.
Berkin’e ayıracakları bir dakikaları yok...
Zaten Berkin’de burada değil.
Soranlara “Berkin ekmek almaya gitti, gelecek…” diyor ailesi.
Gideli 95 gün oldu…
Ona, bunu yapan polisler ile ilgili en ufak bir araştırma ya da işlem yapılmadı bu güne kadar.
“Eğer diktatörlükte yaşasalardı, diktatörlüğün ne olduğunu bilirlerdi!” diyorlar bize sık sık.
Peki, biz bütün bu yaşananlara nasıl bir isim verelim?
@SibelYerdeniz