Şebnem Şenyener

17 Temmuz 2016

Keşke yalan olsaydı...

Ben darbe nedir maalesef bilirim...

ŞEHİR TELLALI

New York - Londra - Roma 

 

 

Daha başından inandırıcı görünmedi gördüklerim. Ben darbe nedir maalesef bilirim. 12 Eylül 1980 sabahı, nişanlım İzak, saat yedide, Cağaloğlu’na, birlikte çalıştığımız Demokrat gazetesine gitmek üzere oturduğumuz evin kapısından çıkıp elli metre ilerdeki caddeye varmamıştı daha. Dehşetle kapıya koşturan ev sahibimizin çığlığı kulağımı yırtarcasına yükseldi alt kattan. Bugün hala yerinde duruyor o çığlık. Hiç silinmedi kulağımdan: “İshak bey, İshak bey! Darbe oldu! Askerler geldi! sakın çıkmayın caddeye!” İzak cadde başında bekleyen askeri o zaman görüp, namlusunun hedefi olmaya çeyrek kala aynı hızla gerisin geriye eve dönmüştü.

Her gün her yerde çatışmaların olduğu yıllardı yine. O yıllar hiç bitmedi. Cadde cadde, mahalle mahalle sağcılar ve solcular diye yığınla fraksiyona bölünmüştü ülke.

İşkenceyi, işkence görenlerin durumunu kayda geçirmek, Uluslararası Af örgütlerine bildirmekle uğraştığım yıllardı.  Cebimde Fatsa’dan bir zarf, içinde kesik bir baş fotoğrafı, bir kez dahi bakmadan, onu havaalanına götürüp Le Monde (Dünya) gazetesinin muhabirine verdiğimi istesem de unutmam mümkün değil. Yurt içinde sansür sürdüğünden haberleri yurtdışına çıkararak duyurmaktan başka çare bulamadığımız günlerdi. Biz yokken de oradaydı o günler, bizim zamanımızda da ondan sonra da olmaya devam etti. O günler hiç bitmedi. Hapisteki gazetecilerin sayısı yüzleri aştı kaç kere? Gücünün yetmediği yere sahte suçlamalarla, akıl dışı komplolarla, gerçeğe olan güveni sarsıp, hurafeye baş eğdirerek insan güdüp yetişen peygamberlik taslayanlara gün doğdu hep. Solcuların işkence edilmiş cesetleri battaniyelere sarılıp sokak köşelerine bırakıldı. Ermeniler vuruldu. Yahudilerin dükkanlarının camları kırıldı. Kürtlere pislik yedirildi. Kadınlar dövüldü. Burunları kesildi. Öldürüldü, kaç kere? Gazetecileri hapisten çıkarma kampanyaları yaptık. Kaç kere? Kaçırılmalar, fidyeler, çatışmalar, gösteriler, polis copu, asker botu, davalar, bireysel güvenliğin asla mevcut olmadığı kuşak kuşak hayat! Evlerinde basılıp, araçlarında kurşunlanarak, önlerinden arkalarından vurulanlar bitmedi.

O nedenle dün gece köprünün üzerinde bir avuç askeri görür görmez, aklımdan ilk geçen düşünce “kurbanlık koyunlar” oldu.

Görüntü darbeye hiç benzemediği gibi sanki kötü bir ressamın fırçasından çıkmış, içler acısı, acıklı mı acıklı bir tabloydu. Türkiye’nin kartpostal imajı köprü, bir tarafı kapalı bir tarafı trafiğe açık haliyle, üzerinde bir yanda hızla akan trafik bir yanda asker kamyonları, tam ortadan yarı yarıya ikiye bölünmüş bir ülkenin manzarasını yayınladı dünyaya. Londra’da önümde açık olan TV kanalı Sky spikeri de düşüncelerimi okumuşçasına, aynı anda “köprünün bir tarafında trafik akıyor, öteki tarafı trafiğe kapalı! Tuhaf! Sahnelenmiş oyun gibi ” deyiverdi. Sonra bir gazeteci olarak ağzından kaçan bu sözlerden utanıp sustu. Ve çabucacık olayları takip etmek için birileriyle konuşmaya başladı.

Keşke oyun olsaydı! Karşı karşıya gelmiş millet. Yerinden yurdundan olmuş dünya. Canavara dönmüş insanlık! Kan gövdeyi götürmüş! Herkesin eli kanlı! Bu acı, bu dram, bu cinnet! Hepsi hepsi kötü bir kabusmuş diye uyansaydık bu sabah! Kötü bir kabus! Oyunmuş! Başlar kesilmedi, canlı bombalar patlamadı, köyler basılmadı, insanlar hapse atılmadı, yolsuzluk, sefalet olmadı!  Geçti, bitti, uyandık artık bir diyebilseydik bu sabah!

Ama kabusun kendisi bu dünya. Huzur ise kısacık bir rüya.

İmparatorluğun hayaliyle hepsi benim olsun diye elmaya saldıranın elinde ufalanıyor sonunda çürük kurtlu parçalar. Brexit’çiler sayesinde İşkoçya’yı da kaybedip bir Londra’dan ibaret kalacak olan İngiltere misali. Irak, Suriye… ve Anadolu’da da o maya bir türlü tutmuyor. Hep, hepsi birbirinden azılı ala kıran baş kesenin eline kalıyor hayat.   

Keşke yalan olsaydı! “Elveda Anadolu” romanın kahramanı Manolis’in dediği gibi:

Bu kadar üzüntü, bu kadar dram. Keşke yalan olsaydı, keşke topraklarımıza dönebilseydik! Bahçelerimize, ormanlarımıza, içlerinde kuşların, serçelerin, baykuşların şakıdığı, mandalin ağaçları, kiraz çiçekleri dolu bağlarımıza, güzel bayramlarımıza dönebilseydik. Ey gerilla kor Mehmet! Selamımı götür bizi dünyaya getiren o toprağa. Selam Söyle Anadolu’ya! Elveda Anadolu. Seni kana boğduğumuz için bizi suçlama. Kahrolsun sebeb olanlar!”