Tam on bir yıldır gelmemiştim, adına bir zamanlar ışıklı (‘ışık saçan’ anlamında) şehir denilen, Diyar-ı Frengistan’ın, Paris nam-ı müstearlı, başkentine…
İlk yenilik, Roissy Charles de Gaulle gibi, şehrin dışında bulunan hava alanından Paris’in herhangi bir dairesine (arrondissement), taksiyle gitmenin sabit fiyata bağlanmış olmasıydı...
Rive gauche yani Seine nehrinin sol tarafına giderseniz 55 €, Rive droite (sağ tarafına) ise 50 € ödüyorsunuz; taksinin (yabancısınız diye) saatlerce dolaştırıp, taksimetre üzerinde tuzlu bir meblağ kaydedip, bunu talep etmesi önlenmiş…
Taksi metre ya 50 €’de duruyor ya da hiç açılmıyor bile…
Serde Türkiyelilik - ne kadar da batı parfümü serpiştirilmiş olsa da üzerimize - doğululuk olunca; bindikten hemen sonra, taksimetrede dehşetle 50 €’ı görünce, Şoför bey, üç dakika olmadı, taksimetre 50 €’i gösteriyor deyince; siyahî, kravat-kostümlü şoför kahkahayı bastı…
Beyefendi, camın üzerindeki yazıyı okuyun lütfen; kısa bir süredir, tüm hava alanlarından -banliyöye gitmemek şartıyla-Paris’in neresine de giderseniz, artık sabit fiyat ödeniyor, dedi.
Gitmek istediğimiz sokağın adını, Paris’in kaçıncı dairesinde olduğunu söyledik; şoför bey, bilgiç tavrını sürdürüp bayım, buyurun kalemimi, sokak adı öyle değil, böyledir dedi…
Gerçi şaşırdık, çok emindik sokağın adından…
Sonunda ne oldu biliyor musunuz?
Kostüm kravatlı, siyahî şoför, bildiği yere götürdü ama yanlıştı; verdiğimiz sokağın adı doğruydu ama fiyatlar artık sabit olduğu için, yolu uzatması vs fiyatta bir şey değiştirmedi.
Yaklaştığımızda, bu kez, cebimden Türkiye malı bir tükenmez çıkardım; şoför bey, kalemi alın, hatıra olsun, bu adresi kaydedin, bir daha yanlış adrese götürmezsiniz dedim…
Erivan’dan İstanbul aktarmalı Paris’e gelmiştik, yorgunduk; sabah sokaklara attım kendimi.
Ana caddeden Seine nehrine inen, 200 m’de bir yollar var; âşık, ressam, bohem, çalışmak için öğrenci / ıssız ortamda okumak isteyenler, hep bu yola inerler… Ama o ne?
Tüm bu yolların ağızları, makineli tüfekli jandarmalar, arabalarıyla kapatmış…
Vigipirate denilen olağanüstü hal denetimleri, kadınlı-erkekli komandolar, tüfeklerle sürekli sokak-sokak devriye geziyorlar…
Öğrencilikte, yemediğim yoğurt (!), girmediğim renk kalmamış, manutentionnaire yani hamallık bile yapmıştım; hamallık deyince rica ederim, özel sınava girmiş, paletli araba kullanabilmek için sürücü belgesine sahip, vasıflı hamal olmuştum…
Burnumdan soluyarak yaptığım bu işin en keyifli yanı, saat 06.00’da emekçilerle o kahve ortamını solumaktı… Farklı renk, millet, seviyeden insanların, Fransızca konuşma tarzları, jest, mimik, vücut dillerini incelerdim; Calvadoce (elmadan yapma konyak)’u, kahveyle içerdim… Yarısını ekspresso kahveye döker, diğer yarısını da sek içerdim, herkes gibi…
Yine, o saatlerde kalktım bu kez de, Paris’in o kahvelerine gitmek istedim…
Her sabah aynı mahallenin aynı kahvesine gidince fark ediyor insan… İşe gidiyor gibi, saat dakikliğinde, bazıları geliyorlardı kahveye-aynı masaya-ya kendi kendilerine konuşuyorlar ya da önlerindeki, Calvadoce’larıyla, dalıp gidiyorlardı Paris hengâmesine…
Anladınız sanırım, üretmekten men edilmiş, insanların depresif halleriydi bunlar…
Öğrendiğimiz kadarıyla, bu vatandaşların sayısı da artmıştı Fransa’da…
Garsonlar, beher elde taşıdıkları yedi-sekiz tabaktan, sıvı dökülmesine karşı, özel örtüler giyerler el bileklerine kadar… Hâlâ var ama sokağa kadar dolup taşan kuyruklar yok artık.
Terör olayları, turizmi kötü etkilemiş; o Fransa ki, 68 milyon nüfusu var ve her yıl 72 milyon turisti ağırlardı yani nüfusu kadar da değil ondan bile fazla turisti…
Seksen milyonluk Türkiye’ye her yıl seksen dört milyon turistin gelişini tasavvur edin…
Türk’ü, Kürt’ü, Yahudi’si, Ermeni’si, eh ayıp olmasın, az da Fransızların, özellikle tekstil sektöründe yan yana, çalıştıkları bir yerdi burası… Dönercileri, kadınsız kahvehaneleri, Özgül Kitapevi, sol fraksiyonların ayrı-ayrı lokalleri, lahmacuncular, işkembeci-çorbacısı, kasapları, kebapçıları, seyahat acenteleri… Türkçe konuşmayanı döverler, gibi bir yer…
Özgül Kitapevi’nin sahibi Bergama’lı Rüstem’di. Yıllar önce, bir gün Ragıp Zarakolu ile uğradığımızda, gündüz vakti viskiye başlamıştı; gözleri çanak halindeydi… Şaşırmıştık.. Uzatmayayım, memleketten haber gelmişti, babaannesi ölmüş ama önce uşakları yanına çağırmış, kendilerinin asıl Rum olduklarını söylemişti… Çılgına dönmüştü o da… Kim, ne hakla babaannesinin kimliğini saklamasına sebep olmuştu, isyanları oynuyordu…
Türkçe uzmanı olmuş, Fransız eşi, Françoise çekip-çeviriyordu dükkânı. Vefat edince bizim Rüstem dayanamamış erkenden göçmüştü bu dünyadan. Biz Türkiyelilerin, gönüllü veya mecburi, sürgün yıllarında, nefes alma yerimiz olmuş, Özgül Kitapevi de kapanmıştı işte…
Zaten Fransa’daki tekstil sektörü, altın çağını kapatmış, piyasada Pakistanlı, Suriyeli, Çinli ve Afrikalılar doldurmuş;
eski muhabbeti kalmamıştı piyasanın, ne de tadı-tuzu…
Ortaköylü (anne tarafımdan) hemşerim ve (Getronagan) liseden arkadaşım, Türkiye’nin sevilen at yarışı spikeri Zadig Gökoğlu’nun ağabeyi Çap lakaplı Boğos eşlik ediyor bana…
Paris Ermeni Cemaati’nin konser-yemek-toplantı faaliyetlerinde bile, telefonuyla, hastası olduğu Beşiktaş’ı gözleri yaşlı izleyen, bir âlem arkadaşımdır Boğos… Strasbourg Saint Denis’den bizim
Cadet’ye geliyoruz… Paris’in 9. dairesi, Lafayette Caddesi’nde,
Ermeni Sosyal Yardım Derneği ve Kardiyolog Dr Onger’in Başkanı olduğu Anadolu Derneği, altlı-üstlü komşular, yıllardır sorunsuz yaşıyorlar muhabbetle. Uygar bir insan, Dr Onger; hastaları arasında Türkçe konuşan Ermeniler hayli çok…
Kürt Enstitüsü de kapanmış, Ermeni Diyasporası üstüne Araştırmalar Merkezi (CRDA) de… Onca emek verdiğimiz, halk diplomasisi yaptığımız yer (en azından şimdilik) artık yok! Hüzünlenmemek elde değil…
Yine yürüyoruz işte senin için bir yenilik daha diyor bizim Boğos…
1915’ten sonra, kapağı - canhıraş vaziyette - Paris’e atabilmiş, aydınlardan; Haraç (İleri) gazetesini kurup yönetmiş, Şavarş Misakyan’ın adını bir meydana vermişler…
Başka bir gün de, yine kapağı buralara atmış, Yozgat’ın Çat köyünden, oyuncu-yazar, Parsex Habeşyan’ın oğluyla arşınlıyorum Paris sokaklarını…
Jean bir dükkânda meşgulken, ihtiyaç hissediyor, eski alışkanlıkla bir kahveye girip, WC’yi soruyorum… Tezgâhtaki demez mi 1 € vereceksiniz ama diye… Sinirlenmemek için gülüyor; içimden La havle Vela kuvvete illa billahil aliyyil azim diyor ve gidiyorum gereken yere…
Dönüşte (eski Paris’te böyleydi) Fransa yasalarına göre, bir kahveye sıhhi mecburiyetten (!) dolayı birisi başvurunca, talebi üzerine, ona ücretsiz bir bardak (musluk) suyu ve ücretsiz WC hizmeti verilmesinin zorunluluğu hakkında, tezgâhtara ahkâm kesiyorum…
Tezgâhtar da kanunların gevşediğini; musluk suyunun ücretsiz yine verildiğini ama WC’nin ancak bir ürün tüketildiği takdirde ücretsiz olduğunu yoksa 1 € talep edildiğini anlatıyor; ben de Jean’ı beklediğimden ekspresso rica edip, 1 €’mun iadesini istiyorum, o da veriyor…
Derken Jean geliyor, kibarca ama hararetli tartışmamıza tanık oluyor tezgâhtar; Ermenice bana buranın aslında Paris’te çok şubeleri olan tanınmış bir café olduğunu söylüyor… Adı da, Türkçe Suçsuz demek olan Non Coupable…
Tezgâhtarın hangi dilden konuşuyorsunuz filan sorusu üzerine, Non Coupable’ın sahibinin 13 adet restaurant-café-brasserie’yi işletenin, İstanbul’dan Onnik Çubukçuyan adlı genç -orta yaşlı bir hemşerimiz olduğunu; kendisinin de Ferhat Batur adlı bir Türk olduğunu öğreniyoruz iyi mi? Sohbetimize artık Türkçe ama kahkahalar eşliğinde devam ediyoruz…
Biraz önceki gergin ortam, yerini, café’nin konukları olarak, tezgâha geçip, Ferhat’la hatıra fotoğrafı çekmeye bırakıyor… Kısacası Paris hayatı, biraz da böyle bir şey…
Enrico Macias boşuna demiyor şarkılarında… Evet, biraz Filistinli, biraz Yahudi, biraz Ermeni, biraz Cezayirli, kısacası ben bir Parisliyim…