Strasbourg’daki Odysée Sineması, Francs-Bourgeois (3 no) ile Sept hommes sokakları arasında, Kléber Meydan’ına yakınında, eski ama kalitelilerin sahip olduğu bir endamla sizi karşılar. 1913 yılında inşa edilmiş bu-şimdilerde dünyanın kendi tarzında 6 sinemadan biri olan - sinema salonu, 1990’dan beri resmen tarihi yapı kapsamında bulunuyor. Fransa’nın da tabii, en eski salonlarından biri olduğunu söylemeye gerek var mı?
Berlin’deki (Strasbourg’un Almanya kültürüne yakın bir şehir olduğunu unutmayalım) ünlü Alexanderplatz’daki Union Theater’ına bir gönderme yaparak, aynı adla açılmış. Gösterdiği İlk iki film ise, Doğu Afrika’da bir av üzerine ve bir de Hans Heinz Ewwrs’in ‘Prag’taki öğrenci’ olmuş. Bakın, 3 Ocak 1914’te, tarihi bile kaydedilmiş sinemanın tarihinde...
1950’lerin sonunda, Strasbourg’da 3 sinema salonu daha işleten, meşhur Gaumont grubu tarafından burası da işletmeye alınmış; adı ABC diye değiştirilmiş; 1986’da mâli nedenlerden dolayı kapanmak zorunda kalmışsa da, Strasbourg belediyesi burasının şehrin bir simgesi olduğunu söyleyerek, bünyesine almış ve artık adı da Odysée diye vaftiz edilmiş... Son adının kalıcı olacağına inanıyoruz, zira liberalizm yine, kendisini gösteriyor, yakın zamana kadar, bir gruba özelleştirme yoluyla devredilmesi için Belediye’ye baskı yapılıyordu...
ARTIK BENZERİ ZOR BULUNAN BİR SİNEMA SALONU, NEDEN?
Tüm Avrupa hatta Dünya’da (zira zaten Avrupa’ya özgü böyle salonlar) altı adet bulunan bu tarz sinemalar, bir sinematek gibi, başka yerde bulamayacağınız, Amerikan, Ortadoğu, Avrupa, Afrika, Avustralya filmlerini rahatça izleyebelirsiniz. Günümüzde hiçbir sinema salonu, böyle filmleri gösterme riskini almaz; ticari kaygılar yüzünden. Ayrıca, kültür evi gibi, ülke hatta dünya’nın en yeni sosyal-kültürel çalkantılarını takip edip, ona uygun filmler izlenebilir Odysée gibi sinemalarda...
İYİ GÜZEL DE NE ALAKASI VAR ŞİMDİ BUNUN GÜNDEMİMİZLE?
Evet, böyle diyebileceğinizi tahmin ediyor hatta bazılarınızın böyle dediğini duyar gibiyim...
Efendim, mesele şu...
Adeta kültürel miras olan bu yapının, zamane alışkanlıklarına kurban edilip ticari bir yere dönüşmemesi için mücadele eden, sonunda hiç olmazsa bir beş yıllığına başaranın, buranın yönetmenliğini yapan, son derece tonton, bir o kadar işkolik, kültürü sosyal gelişmeleri anlamak için kaçınılmaz bir araç olarak gören kahramanın adı, Faruk Günaltay. Kendisi hakkında ilerde, daha etraflıca konuşacağız...
Aynı zamanda, burada iki gün önce, Türkiye’yi yakından ilgilendiren bir gecenin, ne denli değerli, manidar ve özel bir yerde düzenlenmiş olduğunu göstermeye çalıştık...
S. ÇETİN’İN BELKİ DE EN AMA EN GÜZEL FİLİMİNİ SEYRETTİK...
Evet, Sinan Çetin’in 1999 yılında yaptığı, Kemal Sunal’ın bizlere veda etmeden oynadığı son ama aynı zamanda da oğlu ile (hem de nasıl ama) oynadığı tek film olma özelliğini taşıyan Propaganda’yı seyrettik... Ayrıca Metin Akpınar, Meltem Cumbul, Rafet El Roman, Meral Orhonsoy, Nazmiyer Oral, Müge Oruçkaptan, Berfin Dicle, Kenan Baydemir, Nail Kırmızıgül, Turgay Aydın, Cem Safran, Zaven Çiğdemoğlu (yan), Baycan Baybur hatta bir ara bizatihi Sinan Çetin’in de rol aldığı, isimlerin uzayacağı oyuncu kadrolu bir filmdi bu, altıncı kez seyrettim... Filmde önceden göremediğim nice güzellikler keşfettim ... Gülin Tokat ve Sinan Çetin’i senaryosu için ayrıca tebrik etmek gerekiyor tabii...
Sinan Çetin’in bireysel eleştirisini çektiği en önemli (diğeri Komise Şekspir) iki filmden biri olan Propaganda’da Gümrük Muhafaza Müdürü bir babanın, Güneydoğu’da neyi, nasıl yaşadığını, kara mizahla anlatır, Çetin’in de babası Gümrük Muhafaza Müdürü’ydü..
DİKENLİ TELLER...
Filmin canlı olmayan ve de dört sayaklı oyuncuları da vardı, tren gibi, dikenli teller gibi, sınır kapısı gibi ve dört ayaklı oyuncular, sınırları hiç iplemeyen kuzucuklar...
Sınırları aşan en kuvvetli gücün, aşk olduğunu bize gösteren, genç, güzel, aşık yöreden bir kadını oynayan Meltem Cumbul ile koyunun nezarethanede başbaşa kalmaları mesela...
Film gösterisinden önce, Faruk Günaltay’ın çabalarıyla salondaki, Fransalı, Almanyalı, Türk, Kürt, Ermeni, Arap yüzlerce insanlar, açıklamaları dinledikten sonra hep birden
#HAYIR diye haykırıyorlardı, malum Anayasa için...
Hayatımızda bir de gözükmeyen dikenli teller yüzünden, kendi kendimizi hapsettiğimizden, kendi ülkemizde insanları birbirleriyle yabancılaştırdığımızdan, birbirimizden ayırdığımızı, zihinsel, fikirsel, renksel, dilsel, giyim tarzı, konuşma lehçesi, dini inanç bakımından birbirimizin arasında durmadan dikenli teller çektiğimizden söz edildi...
Film gösterimi sonrasında da, HDP milletvekilleri, Sn Filiz Kerestecioğlu, Sayın Ertuğrul Kürkçü, Sayın Mithat Sancar, Kürkçü’nün de ifade ettiği gibi Strasbourg’da kendileriyle birlikte mesai yapan diğer mebuslar da keşke gelmiş (!) olsalardı, Strasbourg Üniversitesi Siyasal Bilgiler ve Türkoloji bölümleri öğrencileri, öğretim üyeleri, Sayın Rıza Türmen ve tabi her anlamda güzelliğini, pozitif enerjiyle aktaran Meltem Cumbul, konuşup, anlattılar, Günaltay’ın bitmez-tükenmez enerjisiyle kendi konuşmalarının tercüme etmesini beklediler..
Ertuğrul Kürkçü’nün anlattığı bir anısı, geceye adeta cuk oturuyordu; Avusturya’lı bir siyasetçi kendisine yıllar önce sormuş demokrasiyi tek bir kelimeyle nasıl anlatırdın diye. Kürkçü açıkçası zorlanmış, Avusturyalı #HAYIR demiş, hayır demesini bilecek bir ortamda olmak, #HAYIR dediğinde malına, canına, sağlığına en ufak bir halel gelmemesi demek yani #HAYIR demokrasidir...
Meltem Cumbul ise yaptığı konuşmada, ekonominin, tek adamın keyfine göre vereceği kararlara kurban edilmesinden, camiye, kışlaya, adliyeye siyasetin girmesine, kurumların bölgelere ayrılarak ülkenin bölünmesine neden olabilme riskine kadar her şeyi anlatıı...
Sonra dinleyiciler arasında bir izleyicinin, gelin hep birlikte bir şarkı söyleyelim teklifiyle, Leylim Ley şarkısını söylemeye başladı, Filiz Kerestecioğlu da kendisine eşlik etti ve geceyi #HAYIR’lı bir ortamda kapatabildiler...
Size daha önce demiştik...
Strasbourg her ama her şeyiyle Strasbourg’dur...
Sadece Avrupa kurumlarıyla değil, ender bulunan şarabı, peyniri, chouvroute yemeği, özellikle etleri ve birbirlerine saygılı köylülerinin sizleri karşıladıkları köyleri, dükkânları, çarşısı, bazen insanı çıldırtacak kadar sergiledikleri sabırları, işte Türkiye insanını da bırakın dışlamayı, asırlardan beri oradaymış gibi içselleştirdiği sosyal-kültürel ortamıyla...