Raffi A. Hermonn

01 Mayıs 2013

Ermeni İz'lerini sürerken Rafo yollarda... Tuzla üzerinden asırlara yolculuk

Anadolu’nun ücra köşelerinde, büyüklerin akşam yatarken, her yemek yediklerinde - yabancı kimse yoksa sofrada tabii - Ermeni kimliklerini ancak Hıristiyanlığın simgesi, haç (İstavroz Rumcasıdır, aynısı) çıkararak, koruyup aktaranların çocuklarının, zamanında sığındıkları bir yerdeyiz…

 

 

 

Rahmetli Hrant Dink ile tedris-i rahlesinden geçtiği, zalim bir bürokratik oligarşinin kurbanı olmuş ve içinden geçtiğimiz Barış Süreci’nin sonucu tashih etmediği sürece, hiç inandırıcı olamayacağı, affedilemez bir hazin hikâyesi olan Tuzla Çocuk Kampı (virane halinde, terk edilmiş)’na davet etti…

İlerde hakkında yazacağım, Türkiye hatta Avrupa’nın yarın hakkında çok konuşulacağını, şimdiden size buradan haber verdiğim, sevgili Malatyalı kardeşim Garabet Orunör

Değerli dost ve meslektaşım, Yalçın Ergündoğan, Ankara’dan kameraman-yönetmen Fatin Kanat, belgeselci Muhammet ve asistanı Özlem Sarıyıldız ile AGOS kurucularından, Ermeni Cemaati’nin değerli kanaat önderlerinden Harutyun Özer ve Nazaret Davityan ile Tuzla Ermeni Protestan Kamp (Armen)’ının eski sâkinleri de vardı…

 

Bakırköy Belediyesi’nin, sağ olsun Başkan Ateş Ünal ve Yardımcısı Yervant Özuzun’un tahsis ettiği iki minibüs ile Tuzla’ya doğru yola çıktık…

Dönen devran, akan sular, geçen günlerle değişen Tuzla ve daha birçok şey yüzünden, bir zamanlar in ve cinlerin basketbol oynadıkları yerlerde lüks villalar, evler yapılmış; böylece Kamp’ın yolunu biraz zor buldular arkadaşlar…

Ama olsun, sonunda vardık…

Terk edilmiş de olsa, çocukların cıvıl-cıvıl sesleriyle bir parfümün sıkılmış gibi olduğu bir ortamdan eser kalmamış da olsa, şehirli düzen-disiplinini yaşamış bir yer olduğu belliydi burasının…

Mutfağı geziyoruz, yatak odalarını, bahçeyi (…) Aha işte burada yazları çocukların yemeğini yapar, en son çocuk bitirmeden ben de oturmazdım ama bu sefer de kendimi çoktan doymuş hissederdim’ diyor Peruz Hanım; meğer bu Kamp’ın yemeklerinden sorumlu Mayrig (Ana)’iymiş…

Bizi karşılayanlarla gelenler arasında bir kıyamet kopuyor; gidecekleri yer, ev- barkları olmasına rağmen yıllar boyu buraları terk etmeyen Baba Selahattin-Anne Meryem, çocuklarıyla tanışıyoruz…               

Kızları Sabiha (…) Bu kampta tüm çocuklar BİZ idik, Baron (Ermenice ‘Bay’ demek, öğretmene böyle hitap ederler) ile biz çocuklar görev taksimi yapar, görev üstlenir, kampın işleriyle uğraşır, üretir, sonra da ürettiklerimizle geçinirdik; oynardık, eğlenirdik, aynı zamanda da öğrenirdik diyor. Erkek kardeşi Tahsin İstanbul’da kalıyor ama her hafta sonu doğru Tuzla’ya…

Baba Selahattin burayı terk ettikleri anda maazallah leş kargalarının duvarların içindeki demirleri sökmeye kadar buraları tar-u-mar edeceklerini bildiğinden, ne denli sevap işlediklerinden haberdar ve haklı bir gurur duyuyor…

Anne Meryem, bırakın konuşmayı, fotoğraf bile çektirmek istemiyor bize; hâlbuki cesur kızından ve kocasından biraz örnek alsa, neyse anlayışlı olmak lazım…

 

Herkes evinden bir şeyler getirmiş, kahvaltımızı burada ediyoruz.

Anadolu’nun ücra köşelerinde, büyüklerin akşam yatarken, her yemek yediklerinde - yabancı kimse yoksa sofrada tabii -  Ermeni kimliklerini ancak Hıristiyanlığın simgesi, haç (İstavroz Rumcasıdır, aynısı) çıkararak, koruyup aktaranların çocuklarının, zamanında sığındıkları bir yerdeyiz…

Garabed anlatıyor ha anlatıyor, kâh film çekiliyor, kâh fotoğraf, film CD’si bitiyor, değiştiriliyor, sorular soruluyor, Harut Özer ek bilgiler veriyor ama bizim Garabed güldürürken ağlatabilmek gibi, çok ama çok zor bir işi müthiş beceriyor…

Bir Zaman Tüneli’ne girmiş gibiyiz sanki…

Seher vakti gün ağarırken uyanıp ırgatçılık yapan ve dolayısıyla Arapların çiftçi anlamında fellah ve Kürtlerin ise gâvur anlamında fılla dedikleri; akşam gün batımına kadar tarlalarda çapa sallayan, elleri nasırlı, göreceli olarak, teknoloji, yenilik, işi yani hayatı kolaylaştırmaya yönelik Hıristiyanlıktan ve hele Protestanlıktan gelen çalışmak kutsaldır şiarıyla hareket ettikleri için, zekâlarını zorlayan, sürekli araştıran, kısa zamanda değirmenciliğe, baytarlığa, demirciliğe meyilli Anadolu Ermeni insanının bir kesitinin ufak izdüşümünü, günümüze gelen izleri üstündeyiz…

O insanların arasında, şanslı olup da Hrant Güzelyan’ı görüp tanıyan, dolayısıyla çocuğunu, dilini, dinini, kültürünü öğrenmesi için İstanbul’a yolladığı Çocuk Kampı’ndayız; işte o çocukların gözlerini her açıdan açıp, topluma İNSAN olarak kazandıran bahçelerinde kahvaltı ediyoruz…

 

1958 yılında, İstanbul Ermeni Cemaati’nde bir hareketlilik doğuyor; Havari ve Protestan Cemaatleri, kendi Kürtlerini keşfediyorlar tabiri caizse… O zamana dek varlıklarından haberdarlar ama ne yer ne içer, nasıl yaşarlar, ilgilenmeye pek imkânları, cesaretleri, zamanları olamamış. Anlayacağınız haydi, İstanbul Ermenileri, dillerini, dinlerini, kültürlerini kaybedenlerin avına çıkıyorlar Anadolu’ya...

Aslında Sıvas’lı bir aileden, tornacı ustası olan, Hrant Güzelyan da İstanbul’un Gedikpaşa semtinde bulunan Ermeni Protestan Kilisesi adına bu işe soyunur ve ilk gezisinde sekiz çocuk bulur, getirir. Sonra aynı yıl bir ikinci geziyi yapar ve yirmi çocuk getirir, ancak arkada daha seksen çocuğun sıraya girmiştir… Seksen çocuk da getirilir ve Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi’nin yanı başında beş katlı bir apartman kiralanır ve çocuklar burada yatıp kalkarlar.

Yaz gelir, çocuklar köylerine, memleketlerine giderler…  Okul başlayınca hepsi eksiksiz döner ama… Ermenicelerinden, İstanbul’da öğrendiklerinden eser kalmamıştır; yok bu böyle olmayacak ve onlara en iyisi İstanbul’da Yaz Kampı açmak gerekecek, zira eğitim kusursuz olmalıdır.

İşte Tuzla’daki bu arsa 1962’de satın alınır ve Ermeni Protestan Kilisesi ve Mektebi Vakfı adına tapuya kaydedilir. Vatandaşlarımız, her işi yasalara göre yapmak istemelerinden dolayı böyle davranmayıp, Hrant Güzelyan’ın adıyla (çünkü o zaman bu da tartışılıyor) arsayı satın alsalardı, belki devletin ilgili kadrolarının hışmına biraz daha zor uğrayacaklardı diye düşünülebilir.  

1979 yılına dek, Hrant Dink ve 1500 yetim Ermeni çocuğu bu Kamp’tan yararlanır. Ancak Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 1979’da açtığı davada, Yargıtay Hukuk Dairesi 16 Ocak 1983 tarihli nihai kararıyla, tapu iptal (!) ediliyor; ilk sahibine, ücretsiz (!) iade ediliyor. Vakfa beş kuruş ödenmiyor

(!). Yetim hakkı resmen yenip, gasp ediliyor anlayacağınız.

Bugüne kadar altı (6) defa el değiştirmiş bu arsa… Bugün A. F. Ulusoy’un elinde…

Sağ olsun, resmen kendi tapusunda olmasına rağmen, ne teklifler, ne projeler üretilmiş bu arsaya ama önceki arsa sahipleri gibi, Sayın A. F. Ulusoy da hiç ama hiçbir tasarrufta bulunmuyor bu arsada; öyle duruyor arazi; birkaç yılda bir, böyle eski sakinleri ziyaret ettiklerinde ancak kapı açılıyor.

BİR HUKUKSUZLIUK BAŞYAPITI OLARAK TUZLA ERMENİ ÇOCUK KAMPI, bizce uluslar arası alanda bir tez konusu olabilir…

Anadolu’nun bağrından gelmiş toplam bin beş yüz çocuğun, domates, hıyar, biber, patlıcan, salata, türlü sebzeler, meyveler yetiştirmesini, süt sağmasını, tereyağı, peynir yapmasını, yumurta, civciv üretmesini, sulamayı, reçel, marangozluk, elektrikçilik, terzilik gibi el ve ev işlerini yapmasını, komşu Müslüman ailelerinin çocuklarıyla paylaşmasını, oynamasını kısaca İNSAN olmayı öğrenen; topluma, üretken insanlar yetiştiren bir yuvanın, devletçe nasıl el konulmuş olduğunun hikâyesi çıkar buradan...

Binlerce yıl birlikte, en azından dünyanın değişik ülkelerinde yaşayan farklı dini-kültüre sahip insanların yaşadıkları kadar sorunlarla yaşayabilmişken; 1800’lerin sonunda başlayan, hâlâ Kınalı Ada’da ev kundaklamaları, Burgaz Adası’nda kilise yağmalanması, Samatya’da kadın boğazlarının kesilmesi (failinin Ermeni oluşuna inandırılmak istenmemiz) gibi emsallerle devam eden süreçteyiz…

Tuzla Ermeni Protestan Kampı da işte bu sürecin bir halkası…

Tükettiğini üstelik iyi şekilde üretmesini, dolayısıyla kötülük yapmaya bile zaman bulamamayı Anadolu’muzun Hıristiyan çocuklarına öğreten Tuzla Ermeni Protestan Çocuk Kampı’nı; ülkenin,

Anadolu’muzun diğer çocuklarına da öğretebilmek için emsal almak varken; burayı kurutmak istemek (hâşâ ve de hâşâ) hangi kitaba göre vaciptir, söyleyebilir misiniz?

Nisâ Suresi 2. Ayet, 6. Ayet, 8 Ayet, 9. Ayet, 10. Ayet, 36. Ayet, 127. Ayet, En’ âm Suresi 152. Ayet, İsrâ Suresi 34. Ayet ve Duhâ Suresi 9. Ayetlerde İslâm’da Yetim Hakkı ile ilgili gayet açık ve net belirtilmiştir…

İslâm’da Benden doğmasa bile bana ait anlamında özel öneme sahip Yetim Hakkı, mum sema bir imtihandır…

Bizden bu kadarını söylemesi, daha da fazlasını söyleyebiliriz, bilgimiz çok şükür var ama yine de daha’sın hatırlatmak bize düşmez diyoruz…

Ayrıca, içinden geçtiğimiz Barış Süreci tabii ki alkışlanacak, şapka çıkartılacak kırılma noktasıdır Cumhuriyet tarihimizde ama gelin görün ki böyle ormanlardan bahsedilirken, Tuzla Ermeni Protestan Kampı gibi ağaçların kurutulmasına göz yumulacaksa, inanın yarın Barış Süreci ormanından eser kalmaz…

Böylece alt tarafı Tuzla’ya gitmiş gibi görünsek de, akşam eve asırlara doğru bir yolculuk yapmış gibi yorgun dönüyoruz…