Pınar Okyay

22 Ağustos 2021

Afgan kızı

Bugün Afganistan'ı kaderine terk etme değil, insanlığın ürettiği tüm değerler adına orada olma günüdür.  Bir kez daha insanlık sınavındayız. Oradaki Şarbat'lar, Gülam'lar gerçek. Acı çekiyorlar

Afganistan.

Ne biliyorum ve ne zamandır biliyorum diye düşünüyorum.

İlk hatırladıklarım, hayır, coğrafya derslerinden değil…

Alsancak'ta Kapalı Spor Salonunun karşısındaki evimizdeyiz. Şimdi tam olarak hatırlayamadığım bir uluslararası karşılaşma yapılıyor. Evimizin iki apartman ötesinde bodrum katındaki bakkalın önünde toplanıyor sporcular zaman zaman. O zamanlar yeni çıkmış bir gazoz ellerinde; portakallı Schweppes içip serinlemeye çalışıyorlar. Dikkatimi uzun ince ve esmer tenli erkekler çekiyor. Alsancak'ta yaşadığımızdan siyahi Amerikalılara alışkınım. Yok, bunlar öyle değil. Siyah-koyu mor arası koyu tenli erkekler. Afganlı sporcular olduğunu öğreniyorum. Aralarında hiç kadın yok.

İkincisi 1980'lerin ilk yarılarına dayanıyor. Annemi hatırlıyorum yıllık olağan bir telaşın içinde.  Kardeşim Mustafa'nın National Geographic Dergisinin aboneliğini yenileme zamanı gelmiş. O zamanlar böyle kredi kartı ile internetten ödeme yok. Derginin güvenli bir dergi olduğunun ispatı ve sonrasında da ilgili miktarın döviz olarak yurt dışına Merkez Bankası aracılığıyla aktarılması gerekli. İşte her yıl tüm bu işlemler annem tarafından başarılı şekilde yerine getirildiğinden her ay o sarı çerçeveden dünyalar evimize girerdi. Mustafa düzenli okurdu dergiyi. Ben daha çok deyim yerindeyse, karıştırır, fotoğraflarına bakardım.

O güzel Afgan kızını da 1985 yılının Haziran kapağında öyle tanıdım.

Herkes gibi ben de bakışına takılı kaldım.

Şimdi yıllar sonra o fotoğraf, dergi kapağının kocaman bir posteri olarak evimin bir köşesinde duvara dayalı duruyor.

O zamanlar 12 yaşındaki bu küçük Afgan kızın fotoğrafını 1984 yılında foto muhabiri Steve McCurry çekmiş. Afgan-Sovyet savaşı sırasında sığındığı Pakistan'daki bir mülteci kampında yaşamını sürdüren Peştun çocuğun fotoğrafı National Geographic'in 1985 yılının Haziran sayısının kapağında yer alınca dünyada en çok bilinen portrelerden biri haline geliyor. Hatta bir aralar Leonardo da Vinci'nin Mona Lisa tablosu ile bile karşılaştırılmış. O kadar etkileyici.

Çoğunuz biliyorsunuzdur; hadi birlikte gözümüzde canlandıralım.

Fotoğrafta, kırmızı başörtülü yeşil gözlü küçük bir kız çocuğu doğrudan kameraya bakıyor. Yüzünün ovalinde bir tazelik var. Gözler alev alev, öfkeli olduğunu düşündürüyor. Acı da var bu bakışlarda, korku da ve garip bir şekilde, inadına cesaret de.

Ve bir şekilde sizi rahatsız ediyor. Onu geride bırakıp gidemiyorsunuz.

Dergi yayımlanınca kapaktaki bakışların anlattıkları tüm dünyayı rahatsız ediyor ve bu kez de dünyanın bakışları Afganistan'a yöneliyor.

Şarbat Gula bu kız çocuğunun adı. Fotoğraf çekildiğinde McCurry adını not etmemiş. O yüzden yıllarca Afgan Kızı olarak bilindi sadece. 1990'lı yıllardan sonra McCurry onu yeniden bulmak için aramaya başlamış.  Başarısız çokça denemeden sonra,  nihayet 2002 yılında o zamanlar 30 yaşlarında olan Şarbat'ı Afganistan'ın uzak bir bölgesinde buluyor derginin ekipleri. Bu sefer yanında eşi ve erkek kardeşi, çocukları da var. Fotoğrafın çekildiği anı hatırlıyor. Ama dergi emin olmak istiyor ve kimlik onayı için iris tarama tekniklerine başvuruluyor.

2002'de kendisine gösterilene kadar Afgan kızını bir daha hiç görmemiş olan MCCurry ise Şarbat'ı ikinci kez gördüğü andan itibaren onun kimliğinden emin. O usta bir fotoğrafçı, yeşil gözleri hemen tanıyor. Fotoğrafını bir kez daha çekiyor.

Ancak, bu seferki fotoğrafta bu gözlerin sahibi oldukça değişmiş. Solmuş, rengini kaybetmiş mor burkanın içinden görünen çehresinde zorlu yaşamının izleri var. O çocuk yuvarlağı gitmiş ve köşeleri sertleşmiş bir yüz duruyor karşımızda.

Afganistan Şarbat'ların memleketi.

Çocukların çocukluğu ellerinden alınıyor.

Bu çocukların öykülerini anlatan çok etkilendiğim bir kitabın yazarı, kendisi de bir Afgan göçmeni olan bir Amerikalı. Halit Hüseyin (Khaled Hosseini) ilk kitabı olan Uçurtma Avcısı'nda,  Afganistan'da krallığın çöküşü, Sovyet işgali, toplu göçler ve Taliban'ın ilk dönemi olayları ortasında Kabil'de yaşayan iki çocuğun öyküsü anlatılmaktadır. İçinizi titreten bir roman. Sevgi ve nefret, umut ile umutsuzluk arasında gidip gelerek okunan satırlar sonrasında coğrafyaların kaderimizi nasıl şekillendirdiğini bir kez daha anlıyor insan.

Afganistan'la ilgili dağarcığımdaki diğer bir görüntü ise daha da üzücü.

Başka bir fotoğrafçı ve başka bir fotoğraf bu kez. Stephanie Sinclair'in objektifinden 40 yaşındaki Faiz'le 11 yaşındaki Gülam'ın evlilik öncesi fotoğrafları. Fotoğrafta bir sedirin üzerinde görüyorsunuz onları. Faiz, beyaz sarığı, uzun kırlaşan sakalları olan zayıf, yaşından da büyük görünen bir erkek. Gülam da bağdaş kurmuş aynı Faiz gibi. Yeşil bir entari giydirmişler, pul işlemeli-gelinliği herhalde. Pembe bir başörtüsü sarılı başında. İnadına genç, inadına güzel. Faiz'in  yanında çocukluğu daha da belirgin. Faiz objektife bakmış, kollarını kavuşturmuş. Gülam ise gözlerini kaçırmış, ellerini öylece koyuvermiş bacaklarını üzerine, teslimiyet içinde yabancı bir adamın yanında duruyor.

Ve şimdiki zamanlar.

Bir hafta ancak olmuştur daha bir Afgan öğrencim ile konuşalı. Kenti henüz alınmamıştı daha. Bekliyorlardı. Eşi, ailesinin kadınları bir süredir ev dışına çıkmıyormuş önlem olarak. Endişe ve korkulu bir bekleyiş içindeydiler. En çok kitaplarına üzülüyordu. Bir kitabı açıp, içindeki resimleri ya da okuyamasa da yazıları beğenmemiş Taliban mensupları tarafından öldürülenler olduğunu söylüyordu. Elektrik kesiliyordu sık sık ve sonunda konuşmamız da…

Bu konuşmadan en fazla üç gün sonra Taliban tüm ülkenin yönetimini ele geçirdi. Sokaklardaki erkek militanların çapraz fişekli, ölüm silahlı görüntüleri geliyor. Bir de az da olsa lunaparkta çarpışan otolardaki görüntüleri. Bu erkeklerin de 20 yıldır çocuklukları yok. Tek bildikleri savaş, ölüm ve kendilerine öğretilenler. Bu öğretiler ile yapabilecekleri korkutuyor koca bir halkı. En çok da kadınları, kız çocuklarını.

Afganistan bundan sonra burkaların altındaki kadınların bu haliyle bile bir erkek yakını olmadan sokağa çıkamayacakları bir ülke mi olacak? Üstelik, Afgan kadınları okuyup yazmaya, üniversite mezunu olmaya, parlementoda, belediyede rol almaya başlamışken.

Buna karşı durmak gerekir.

Bunun savunulacak bir tarafı yok.

Özenilecek ise asla. Bizde herhangi bir durumda özenenlere “pek beğendiyseniz gidip orada yaşayın”, denir. Oysa, hiç kimse, kadın ya da erkek böyle korku dolu koşullarda yaşamayı hak etmiyor. Hele de çocuklar…

Bugün Afganistan'ı kaderine terk etme değil, insanlığın ürettiği tüm değerler adına orada olma günüdür. 

Bir kez daha insanlık sınavındayız.

Oradaki Şarbat'lar, Gülam'lar gerçek. Acı çekiyorlar.

Bu sınavdan geçemezsek, inancımız ne olursa olsun, bizler için de bu durumun haklı bir karşılığı olacak.

Orada olanları biliyor olacağız.

O zaman rahat döşeklerimizde utanacağız.

Sınırımıza gelen, sokağımızda yatanlar da çoğalacak. Kaçamayacağız.

O duvarlar tutamayacak insanca bir yaşamı isteyenlerin haklı istekleri...

Anlayamadık bir türlü.

Hepimiz için var olan tek kürede, görünmez bağlarla bağlıyız birbirimize.

Geç kalmadan yapmalıyız yapılması gerekeni.


Kaynaklar