Özge Mumcu

13 Temmuz 2011

Bir damla gözyaşına...

Geçtiğimiz hafta, 2 Temmuz'un yıldönümüydü. Kendimi İstanbul'da platform ailemin yanında buldum, yine.

Geçtiğimiz hafta, 2 Temmuz'un yıldönümüydü. Kendimi İstanbul'da platform ailemin yanında buldum, yine. Ondan 3 hafta önce, platform ailemiz, Zeki Tekiner'i anmak için Nevşehir'e gitmiştik. Tekiner ailesi, Nevşehir'de solun yerel bir kahramanı olan, 17 Haziran 1980'de öldürülen Zeki Tekiner'i, ilk defa bir program hazırlamışlardı. Anma etkinliği, oğul Bülent Tekiner'in konuşmasıyla başladı. O konuşurken durakladı, bizlerin boynuna bir yumru takıldı. 


Etkinlikte bir panel vardı; ama panel öncesi Zeki Tekiner'in hayatını, olayı anlatan bir belgeselde gösterildi. "Bize nasip değil ecelnen ölmek" diyordu Tekiner. Dönemin Nevşehir'i, derin devletin bir merkezi üssü gibiydi. Susurluk Kazası’yla 1996 yılında tanışacağımız Abdullah Çatlı, o dönemin figürlerinden biriydi.

Tekiner, CHP milletvekilliği yapmış ardından Nevşehir İl Başkanı olmuştu. Türkeş'in konvoyunda eli silahlı devletin verdiği polis korumalarının halka doğru silah doğrulttuklarını görüp, konvoyu durdurup "siz devletin maaşlı elemanısınız, o silahı halka doğrultamazsınız" diyecek kadar da cesaretli bir adam. Dönemin Türkeş'ini ve alperenleri hatırlamak yeterli sanırım.

Tekiner öldürüldükten sonra cenazesine katılanlardan şu isimler aklımda kaldı: Bülent Ecevit, Altan Öymen, Muammer Aksoy, Kemal Anadol, Işık Kansu ve Saim Tokaçoğlu. Cenaze her cenazeden farklıdır; çünkü cenaze sırasında yola bakan inşaatlardan silah atışları başlamış ve tabuta 13 kurşun gelmiştir. 


Üç ay sonra darbe olur...

Bizler de, Toplumsal Bellek Platformu'ndan ve bizleri yalnız bırakmayan dostlarımızdan bir grup yola düştük. 31 yılın ardından Nevşehir'in belleğine bir katkımız olsun diye. 


"Türkiye'de bir yerde bir hata oldu"

Panelistler konuştu. Hasan Fehmi Güneş, Nail Gürman, Özgür Mumcu ile dönemin Ürgüp İlçe Başkanı konuşmacıydı. Dönemi kendi gözlerinden anlattılar, kendi durdukları noktalardan. Biri yerel siyasetin içinde olarak, diğeri bir "İçişleri Bakanı" olarak, biri de avukat ve arkadaş olarak. Ağabeyim Özgür Mumcu'nun yaptığı konuşmadan içime dokunan kelimelerse şunlardı: 

"Türkiye'de bir yerde bir hata oldu. Bizler, burada, babalarını, kardeşlerini, anneleri öldürülmüş çocuklar olarak karışınızdayız. Oysa böyle olmaması gerekiyordu. Bizlerin, Aylin'le, Bülent'le, Alaz'la, Arat'la, Zeynep'le, Eren'le, Naki'yle... Herkesle bir masada babalarımız konuşurken arkadaş olmamız ve oynamamız gerekiyordu. Bizim bu şansımız elimizden alındı. Türkiye'nin bu insanların fikirlerini duyma şansı elinden alındı..."

Bugün olmayan hayali bir masaydı anlattığı; ama bir o kadar onların olduğu masa. Babam konuşuyordu Hrant Dink'i; birbirlerini dinliyorlardı o masada. Bir Sabahattin Ali kitabı çıkıyordu; Kuyucaklı Yusuf konuşuluyordu belki. Turan Dursun'a telefon açılıyordu, son yazısı üzerine laflayıp, çocukları gözlerinden öp diyordu, Bahriye Üçok belki de. Doğan Öz, son dava dosyalarını çıkarıyordu; Kontgerilla'nın izini sürerken Çetin Emeç onu bir panelde dinliyordu. Behçet Aysan bir dost meclisinde Metin Altıok'la oturuyordu. Son seçim sonuçlarını konuşuyorlardı. Zeki Tekiner milletvekilliğinden emekli olmuş, çocuklarıyla beraber bahçesinde çay içiyordu. Abdi İpekçi yeni bir gazete çıkarmak için hala heyecanlıydı; gazeteciliğin ne olması gerektiğini öğrencilere aktaran bir akademisyen olmuştu belki de... Hasan Ocak, ideallerini konuşuyordu heyecanla çayını karıştırırken... Metin Göktepe, bir televizyon programında siyasete dair en son haberleri aktarıyordu... Musa Anter, ayrılığı değil birlikte olmayı savunuyordu; güvercin duruşuyla.

 

Hepsi aynı masada olmasa da, aynı hayatın içinden geçip gidiyordu. 

 


Plaket mi?

30 Haziran'ı 1 Temmuz'a bağlayan gece, twitter'a ünlü plaket olayı düşüyor. İki öldüren isim, öldürülenlerle beraber duruyor. "Türkiye böyle" diye mi geçeceğiz... Zeynep başlıyor yazmaya, soruyor en yalın haliyle: "Sizin hiç babanız yandı mı?"

Zeynep'i arıyorlar; "ne hissediyorsunuz bugün?" Duyarlı basınımız, duyarlı kimliğini kullanıyor yine. Zeynep'in duygusallıkları, onların malzemesi olacak; olayın ne olduğu, 18 yıl sonra neden göğsünde kabaran bir kartal gibi durduğu üzerinde durulmayacak. Dava süreci, 1 no’lu sanığın hala bulunamadığı unutulacak.

2 Temmuz sabahı, Zeynep Altıok'un evinde çekim var. Zeynep de Eren de 18 yıldır Sivas'a gidemiyorlar; oraya adım atamıyorlar. Bir dönem kebapçı yapılan bir katliam yerine nasıl gitsinler ki? Anmak, hatırlamak sadece orada görünmek midir?

2 Temmuz sabahı, ben de Zeynep'le beraberim. Çekim yapanlar biraz şaşırıyorlar, içerinden sabahın köründe çıkıveriyorum ben de bir "Mumcu" olarak. Oysa kardeşiyim onun.


Desparecidos (Kayıplar)


2011'in 2 Temmuz'u Cumartesi Günü'ne denk geliyor. Eren Aysan, babasının kayıplarını arayan Plaza del Mayo annelerini anlattığı "Beyaz Başörtülü Kadınlar"ını o gün okumak istiyor; vekâleti Zeynep'e veriyor. Cüneyt'le, Canan'la, Arat'la, Filiz Ablayla, Nükhet Ablayla, Hüseyin Ağabey ile orada buluşuyoruz. 

Galatasaray Meydanı'na oturmadan önce, bir gazeteciyle sohbet ederken -adını bilemediğim- bir kadın anlatıyor. Konumuz gözaltında kayıplar. Sarma tarifi verir kadar rahatlıkla şunu söylüyor "Şimdi Kars'ta bir yeraltı kuyusu varmış. Cezaevinde işkenceden öldükten sonra onları o kuyuya atmışlar. O kuyu, derin bir yeraltı suyuna bağlanıyor... Öyle işte kaymış gitmiş..." 

İşkence, kuyu, yeraltının derin suları, okyanuslar, çocuklar? 

Derken Zeynep okuyor Behçet Aysan'ın şiirini:

"yedi yıl geçtikten sonra, plaza de mayo

 

yürüyorlar alana doğru

binlerce beyaz başörtülü kadın

ve binlerce yitik fotoğrafı

genç yaşlı kız erkek

ve binlerce desparecidos.

analar ve anılar

eşler kardeşler çocuklar

geri istiyoruz onları

geri istiyoruz onları

şu bıyıklı

manuel, öğretmendi

arkada hudeibro, maden işçisi

jose parrada, santigo nattino

ve işte jose antonio’nun annesi

elinde oğlunun kocaman bir resmi

geri istiyoruz onları


-jose antonio benim"

 

Ellerimizde resimler duruyoruz...

 

Önce Cem TV'de iki saatlik canlı yayında konuşacağız Sivas'ı, kayıplarımızı. Adları anılmayan o 33 kişiden başka isimleri hatırlatayım isteyeceğim.

 

Kalkıp sonra normal hayata karışacağız az sonra...

 


Panel


Bir sonraki gün ise, Canan Kaftancıoğlu, Meryem Göktepe, Zeynep Altıok ile ben kırsal Arnavutköy'de cemevinde bir paneldeyiz. Anlatıyorum, 1993 yılında ben de babamla beraber o arabada ölebilirdim; Koray Kaya ile aynı yaşta 30 yaşında olacaktık; o yangından kurtulsaydı...

 


Kırmızı bülten?
 

Bir kaç gün sonra ise, Sivas 1 no’lu sanığı Cafer Erçakmak'ın kırmızı bültenle aranırken Sivas'ta gömüldüğü ortaya çıkıyor. 

 

Şimdi babalarımızla, annelerimizle, kardeşlerimizin aracılığıyla tanışabileceğimiz tüm bu insanlarla, kardeşlerimle, canlarımla, adalet arıyoruz.

 

Kaç defa "hayatını yaşa, boş ver bunları" sözlerini güvendiğim insanlardan duydum. Boş vereceğim belki bir gün ama tüm bunlar bizi kovalıyor.

 

Nereye kadar gözler kapanır, akıllar kilitlenir?

 

Bellek nereye kadar silinir?

 

Bir yerlerde mekanizmaların kilitlendiğini, bizlere sadece göstermelik bir iki katil bulduklarını biliyoruz ya; resmin tüm parçası hiç bir zaman yerine oturmuyor.

 

Bizler o isimlerin bizleri dolambaçlı yolların ardından bir araya getirdiği, başka masalara oturup, içimizden kopan türküleri söylüyoruz. Olaylarımızı anlatıyoruz... Garibiz biraz hep ama mutluyuz. 

 

Arkadaşlarımız anlamaz, yük olmasın onlara diye sakladığımız, içimize gömdüğümüz nice yaramızı birbirimizle sarıyoruz; gülüyoruz çoğu zaman; buruk gülüşler. Aynı yerdeyiz, aynı yerden geldik hepimiz.


En azından bu var elimizde bugün.
Son not:
"Bir damla gözyaşına..." tüm bu satırlar.
Ve "içimi açtım sana / içini açasın diye..." 


Not: Dize Birhan Keskin'e ait.