İnsan vücudu, insan anatomisi ve gizemleri tarihin çok eski dönemlerinden beri merak konusu olmuş. Bu gizem henüz tam olarak çözülecek gibi de durmuyor. Yaşadığımız pandemi bu sorunu bir kez daha net olarak ortaya koydu. Öyle ya, virüs ile enfekte olanların bazısı hiç bulgu vermiyor, bir kısmı yoğun bakıma kadar uzanabilen bir hastalık dönemi geçiriyor, bazıları ise ölüyor. Belli ki ölçemediğimiz bağışıklık sistemimiz hangi gruba gireceğimizi belirliyor. O zaman bağışıklık sistemimizi güçlü tutalım ama nasıl? Bu konuda herkesin farklı bir fikri var.
İnsan vücudu anlaşılmaya çalışılırken merak konularından biri de bedendeki doğal açıklıklardan içeriye bakmak olmuş. Ağzımızı açınca boğazın derinliklerine kadar görülüyor ama daha derinlerde başka neler var sorusu hep kafaları meşgul etmiş. Makattan içeri bir boru ile bakmanın tarihçesi Hipokrat’a kadar uzanıyor (MÖ 460–377). Jinekolojik muayenede bugün de kullanılan spekulum benzeri aletler Pompei yıkıntılarında bulunmuş (MS 79). İbni Sina’nın da aynalar yardımı ile rahim ağzı muayenesi yapmış olduğu kayıtlarda geçiyor.
Bu yapılan işleme endoskopi (içine bakmak) deniliyor. Mideye bakınca gastroskopi, kalın bağırsağa bakınca kolonoskopi, rahmin içine bakınca da histereskopi adını alıyor. Bu alandaki uygulamalar ancak 19. yüzyıldan sonra gelişmeye başlamış.
Bu konunun öncüsü Alman Philipp Bozzini olarak anılıyor. Yapmış olduğu alette ışık kaynağı olarak mum kullanmış. Işığı ayna yardımı ile spekulum içerisinden göndererek birçok organı inceleme olanağı bulmuş. Aletin işe yaramaz olduğunu ileri sürüp saldıranlara “Bu alet ile rahmin içine konulan bir kağıttaki yazı net olarak okunabiliyor” cevabını vermiş. 1773 yılında doğan Bozzini, yapmış olduğu aleti yayınladıktan iki yıl sonra, 1809 yılında tifodan ölmüş.
Midenin içine bakma girişimleri ise 1868 yılında Adof Kussmaul tarafından başlatılmış. Sirkte kılıç yutan bir kişiyi görünce “neden olmasın” demiş muhtemelen. Freiburg’daki toplantıda meslektaşlarına aletin kullanılışını bu kılıç yutan sirk cambazı üzerinde göstermiş.
Bu türden aletlerin gelişimindeki en büyük zorluk ışık kaynağını oluşturmak olmuş çünkü kullanılan tüm yöntemlerde kullanılan ışık kaynağı beraberinde yüksek ısı üretiyormuş. Bir diğer önemli zorluk da kullanılan tüm aletlerin sert, bükülemez materyallerden yapılması olmuş, çünkü bunları kullananların çok usta olması ve organlara zarar vermemesi gerekiyor. Tüm dikkatlere karşın organ delinmeleri ve ölümler sıkça olduğundan çekimserlik devam etmiş.
Daha güvenli, eğilip bükülebilen aletlerin kullanılması Münih’te hekimlik yapan Rudolph Schindler ile gelişmeye başlamış, yaptığı aleti ve tekniğini 1932 yılında da yayınlamış. Dönemin en saygın hekimlerinden olan Schindler Yahudi olduğu için 1934’te toplama kampına gönderilmiş. Dachau’da altı ay kalan Schindler meslektaşlarının protestoları ve çalışmaları sonucunda bırakılmış ve sınır dışı edilmiş. ABD’de gittiği Chicago Üniversitesi’nde eğitim ve çalışmalarına devam etmiş ve çalıştığı hastaneyi dünyanın endoskopi merkezine dönüştürmüş. Bugün kullanılan aletlere giden yolu onun açtığı kabulleniliyor.
1957 yılından itibaren de tamamen hareketli, fiberoptik endoskopik aletler gelişmeye başladı ve bugünlere geldik.
Bunca gelişmeye rağmen kullanılan aletler insanları korkutmaya devam ediyor. Ne de olsa kocaman aletlerin insan vücudu içinde dolaşması tuhaf bir duygu. Gelişmeler burada kalmayacak elbette; şimdiki çalışmalar herhangi bir bağlantısı olmayan (wireless) kameralar ile görüntü almak üzerine devam ediyor. Kendi ışık kaynağı ve pilleri olan yutulabilir, minyatür bir kamera ile uzaktan görüntü alma teknolojisi artık hayal değil. Bir süre sonra yutulması gereken borular tümüyle tarihe karışabilir.