Oya Baydar

28 Aralık 2011

Yüzleşmek, Ödeşmek, İyileşmek

Geçen haftaki yazıyı, “Geçmişimizle yüzleşmek için öncelikle Türk ulus-devlet...


Geçen haftaki yazıyı, “Geçmişimizle yüzleşmek için öncelikle Türk ulus-devlet yapısını ve ideolojisini sorgulamamız gerekir. Dersim katliamından Ermeni tehcirine, Susurluk’tan Ergenekon’a üzerimize karabasan gibi çöken olayların tümü, özünde bu devlet zihniyetinin ve ideolojisinin ürünüdür, hepsi birbirine bağlıdır ve aynı damardan beslenir. Biriyle yüzleşip diğerini yok sayamazsınız, biri için özür dileyip diğerini aklayamazsınız. Kendi işinize geleni sorgulama dışı bırakıp siyasi rant sağlayacağını umduğunuzun üzerine gidemezsiniz. Geçmişle yüzleşmek topyekûn bir sorumluluktur” diyerek bitirmişim.
Hafta boyunca bir dizi gelişme yaşandı. Fransa’da soykırımın inkârını suç sayan yasa vesilesiyle Türkiye hop oturdu hop kalktı. Daha bir ay önce Dersim konusunda özür dileyen ve katliamın suçunu, başta Atatürk, İnönü olmak üzere dönemin siyasal kadrolarına ve devlet partisi CHP’ye yükleyerek bir taşla iki kuş vurmayı amaçlayan Başbakan Erdoğan, Sarkozy ile girdiği ağız dalaşında “Benim atalarım öyle suç işlemez, soykırım yapmaz, sen kendininkilere bak” diyerek kostaklandı. Böylece de Ermeni tehcirinin ve kırımının mimarları İttihatçıların, mesela Talat’ın suçlarına, hem de onları ataları sayarak, inkâr yoluyla da olsa sahip çıktı. Zaten CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu da Dersim özründen sonra her zamanki pusulasızlığı içinde “Sen şimdi Ermenilerden de özür dilersin” diye suçlamamış mıydı Erdoğan’ı? Ve her konuda birbirlerinin gözlerini oyan üç parti: AKP, CHP, MHP domuz topu olmadılar mı soykırımı inkârda?
Geçtiğimiz hafta karabasanlar haftasıydı. Otuz üç yıl önce Maraş’ta, doksanlık Alevî ninenin gözleri oyularak, lağım çukuruna sarkıtılarak öldürüldüğü, bebeklerin karınlarının deşildiği, Alevi mahallelerinin yakıldığı o korkunç cinneti hatırladık. Sonra Çorum, Malatya ve 1993 Sivas... Hrant Dink davasında yine havanda su dövüldü. On iki yıl önce, 19 Aralık’ta, sözde devlete emanet edilmiş tutukluların canlı canlı yakıldığı ve alay eder gibi “Hayata Dönüş Operasyonu” adı verilen devlet cinayetiyle ilgili dehşet verici gerçekler ortaya döküldü. Cumhuriyet Türkiyesi’ni arındırma operasyonlarının en planlı ve kapsamlılarından biri olan Lozan Mübadelesi bütün acılarıyla filmlere konu oldu. Trakya’dan Yahudilerin ve gayrimüslimlerin, Trabzon’dan Rumların tehciri, nispeten iyi bilinen  6-7 Eylül olaylarının utanç verici anısına eklendi. Sonra boşaltılan, yakılan Kürt köyleri, faili meçhuller; ceset arama kazıları, cinayet itirafları;12 Eylül soruşturması, dosyaları yeniden açılan Susurluk bataklığı, Ergenekon... Ve...ve...ve... Özeti, “Mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır” veya daha yenilerde”Vatan için kurşun atan da kurşun yiyen de kahramandır” olan zihniyetin canice uygulamaları... 

Bölük Pörçük Yüzleşilmez

Bütün devletlerin, ülkelerin, iktidarların tarihinde kara sayfalar vardır. Ulus devletlerin tarihi zulümler, zalimler ve mazlumlar tarihidir. Ulus devletler demokratikleştikçe, insan hak ve özgürlüklerini geliştirecek, pekiştirecek adımlar atmayı başardıkça, hele de çoğunun yaptığı gibi kendi tarihleriyle yüzleşip, hesaplaşıp arındıkça insanlık suçu sayılan korkunç olaylar ve zulüm görece azalır. Çok dinli, çok etnili, çok halklı, çok dilli ve kültürlü bir imparatorluğun kalıntıları üzerinde, Müslüman Türk unsurlara dayalı geç bir uluslaşma sürecinin ürünü olan Türk ulus-devletinin Müslüman (Sünni)Türk mayasının tutturulması için devreye sokulan yöntemlerin zalimce ve hukuk dışı olmasında -dönemin koşulları da düşünülürse- şaşılacak bir şey yoktur. Hele de bu uluslaşma ve bu devlet, kurucu kadroların kendi ideolojik tekçiliklerini dayattığı militarist ve vesayetçi yapıdaysa tarihinde kara sayfaların olması kaçınılmazdır.
Pandora’nın kutusundan dökülen ve artık yeniden kutuya sokulamayacak olan bunca kötülük; şu veya bu iktidarın, şu veya bu siyasetçinin, şu veya bu partinin suçu olarak görülüp tek tek kişilerle, tek tek siyasal yapılarla, şu veya bu iktidarla sınırlı tutuldukça gerçek ve toplumu sağıltıcıbir yüzleşme beklenemez. Neyle yüzleşmekte olduğunuzu kavramayıp, suçu içselleştirmeyip konuyu duygusallıkla ve/veya siyasal çıkar hesaplarıyla araçsallaştırdınız mı, şu olay için özür diler, daha vahim ve derin suç olan bir başkasını savunur, aklarsınız. Tek tek muktedirlerin, liderlerin, kadroların, iktidarların, siyasal örgütlerin sorumluluğunu asla inkâr etmiyorum. Tarihin karanlık olaylarında o dönemlerin yöneticilerinin, iktidardakilerin, uygulama emrini verenlerin, o emre destek olanların ve uygulayanların birinci dereceden sorumluluğu vardır; onlar asli faildir. Ancak tümünün aynı devlet ideolojisi ve zihniyetinin ürünleri olduğunu, bu ideolojiyle yüzleşmedikçe ne dünün ne de bugünün suçlarını, günahlarını tam anlayamayacağımızı ve hergün benzer suçlar işlenmeye devam edileceğini söylemek istiyorum.
Şimdi karşımıza dikilip tarihin hesabını bizlerden soran olayları birbirine bağlayan, hepsinin ortak kaynağı olan toplumsal gerçeklik anlaşılmadıkça ve parmağımız oraya dönmedikçe bütünü kavrayamadığımız için parçalarla oyalanıp dururuz. Ana ilmek tutulmadan geçmişimizle hesaplaşamayız, ödeşemeyiz ve iyileşemeyiz. Ana ilmek, devletin ideolojisi ve zihniyetidir. Üstelik bugün, vesayetçi geleneksel devlet kadroları bir ölçüde geriletilmiş, değişmiş de olsa, o zihniyet yaşamakta ve yeniden üretilmektedir. Uzatmamak için, mesela AKP’nin (özellikle de İçişleri Bakanı Şahin’in ve Erdoğan’ın Kürt sorunu konusunda “uzman” baş danışmanı Yalçın Akdoğan’ın görüş ve yönlendirmeleriyle biçimlenen) Kürt sorununa çözüm reçetelerinin, gelecekte yüzleşmeyi ve özrü gerektirecek siyasal günahlar listesine şimdiden yazıldığını söylemekle yetineyim. 

Yüzleşmek iyileşmek için gereklidir. 

Türk ulus-devletinin dosyası, bu tür suçlar açısından toplumun artık taşıyamayacağı kadar kabarık ve ağır. Üstelik günümüzde bunlar örtbas da edilemiyor, suskunlukla geçiştirilemiyor, resmi yalanlar kâr etmiyor. 
Toplumlar bir bakıma kişilere benzer. Geçmişindeki kara lekeler, suçlar, günahlar insanın bilinç altını nasıl zorlarsa, giderek ruh sağlığını nasıl bozarsa, nasıl şizofreniye kadar vardırırsa, toplumları da öyle zehirler, hastalıklı kılar.
Çözümü inkârda değil yüzleşmeye, ödeşmeye hepbirlikte hazır olmamızda,  inkârın konforuna sığınmak yerine farkındalığın bilinç aydınlığına cesaret etmemizde aramak gerekir diye düşünüyorum. Önce, bugüne kadar öğrendiklerimizin, bilincimize kazınanların tek doğru olmayabileceğini kabul ederek başlayabiliriz. Sonra “Ne olmuştu orada gerçekten?” sorusunu sorup, gerçeğe korkmadan yaklaşmayı deneyebiliriz. Dün bu imkâna sahip değildik, konuşamıyorduk, tartışamıyorduk, zaten farkında değildik çoğunlukla, bilmiyorduk. Bugün konuşuyoruz, tartışıyoruz. Toplumun bilinci değişimin ruhuyla birleşip hâlâ da sürdürülmeye çalışılan baskıların üstesinden gelmeyi başardı, başarıyor. Tarihimizle yüzleşince, açık yüreklilikle ödeşince, kişi olarak hiç payımız olmasa da işlenmiş ve işlenen suçlarda, insan olarak vicdani bir özrü mağdurlardan esirgemeyiz. Bizler bu ülkenin yurttaşları olarak bunu başarabilirsek iktidarlar böyle bir bilincin önünde kolay kolay duramaz. Zaten şu günlerdeki yarım yamalak özürler veya gündeme getirilen geçmişe ilişkin sorgulamalar, soruşturmalar yıllardır sürdürülen inatçı ve sabırlı mücadelelerin sonucu değil mi?
Çocukken, yaptığım yaramazlıklar için ikide birde özür dilediğimde,  özür dilenecek şeyi yapma, o zaman inanırım özrüne demişti annem. Haklıydı. Lafla özür dilemenin  sembolik değeri vardır kuşkusuz. Ama lafta kalan özür kadar da güven sarsıcı ve incitici bir şey olamaz. Mesele kişiler gibi iktidarların da yüzleşip özür dilediği hatayı, suçu, günahı, her neyse bir daha tekrarlamamasıdır. Gerçek özür, gereğini yaparak, mağduriyetlere son vererek, zulme uğratılanların maddi-manevi zararı tazmin edilerek, lafta değil pratikte dilenir. Belki de en önemlisi, ötekinin acısını içinde duyup paylaşmak. Anlayıp paylaştınız mı, zaten gereğini yerine getirirsiniz. “Acınızı paylaşıyorum”, “Öfkenizi, isyanınızı anlıyorum” demek bile o kadar çok mesafe aldırır ki bazen.