Yazının başlığına bakıp AKP’den söz edeceğimi sanmayın, eski bir deyiştir bu; iyiyi hep kendisi ya da kendi çevresi, kendi cemaati için istemeyi, başkalarına hak ve pay vermekten kaçınmayı anlatır. Kendine Müslümanlık vicdanla, hakkaniyetle, ahlaki tutarlılıkla çatışır; kişinin, kendine yapılmasını istemediğinin başkalarına yapılmasına göz yumması, teşvik etmesi, ya da ötekine yapılan kötülüğe duyarsız kalması, kendine Müslümanlığın sonucudur.
Her kesimde istisnalar var kuşkusuz, ama büyük çoğunluğu “kendine Müslüman” bir ülkede yaşıyoruz. Kendimize demokrat, kendimize özgürlükçü, kendimize hak hukukçu, kendimize eşitlikçi ve kendimize adiliz. Kendi çocuğumuz en ağır suçu işlese onu teslim etmemek, saklamak, korumak için her şeyi göze alırız da taş atan çocuklar olarak bilinen terör yasası mağduru oniki, on dört yaşında çocuklara, yaşları kadar hapis cezası verilmesini; hapishanelerin hem de yetişkinlerin kaldığı koğuşlarında ailelerinden, okullarından uzakta yıllar geçirmelerini “ama onlar terörist” diye içimize sindiririz. Doğu’nun çocuklarının avuçlarında taş toprak izi arayan, sonra da yaka paça götüren polis, elinde Kürtlere atacağı taşla objektiflere poz veren şiki miki İzmirli gençkızları, parmaklarıyla bozkurt işareti yapan saldırgan delikanlıları görmez, hatta kimimiz vatanın birliği ve bütünlüğünü savunduklarını sanan bu öfkeli çocuklarla gurur bile duyarız.
Başbakan Filistinli çocukların hakları için aslan kesilir, sayın eşi samimi olduğuna inandığım gözyaşları döker, ama taş attıkları için hapishane koğuşlarında büyüklerle birlikte en sağlıksız koşullarda yaşamaya mahkum edilen çocukları, Kızıltepe’de terörist diye hedef gözetilerek vurulan, vuranların ceza almadığı on iki yaşındaki Uğur’u, koyun otlatırken havan topuyla öldürülen Ceylan’ı ve nicelerini görmezden gelir. Oysa güneydoğu Filistin’den yakındır Ankara’ya.
Ergenekon davalarında yargılanan tutuklu generaller, emekli veya muazzaf subaylar, profesörler, gazeteciler söz konusu olduğunda “masumiyet karinesi”ni hatırlayanlar; tutuklu yargılamanın bir istisna olduğunu, mümkün olduğunca bu yola başvurulmaması gerektiğini, tutukluluğun uzamasının cezaya dönüştüğünü çok haklı olarak ileri sürenler; aylardır haklarındaki iddialar bile bilinmeden tutuklu olan onlarca Kürt belediye başkanı, Kürt siyasetçisi, Kürt aktivisti söz konusu olduğunda masumiyet karinesini hatırlamaz, tutukluluğun en son başvurulacak önlem olduğunu unuturlar; çünkü onlar Kürt’tür, potansiyel teröristtir akıllarına göre.
Müslümanlarımız ve liberal demokratlarımız gençkızlarımızın başörtüsü mağduriyetini, mağduriyetler listesinin ilk sıralarına yerleştirirler de emeğin hak ve mağduriyetini hemen hiç hatırlamazlar, bu konuda çoğunlukla suskun kalırlar. Herkesin bildiği örnek, TEKEL işçilerinin direnişi ve her yıl tekrarlanan 1 Mayıs Taksim meydan savaşlarıdır. Kendilerine Batıcı-laik diyenlerimiz ise, yaşam biçimlerini, giyim kuşam tarzlarını, benimsedikleri değerleri gerekirse savaşarak, hatta darbeleri çağırarak koruyacaklarını ilan ederler ama, örtülü olmanın da bir tercih ve bir hak olduğunu, kendilerinkinden başka yaşam tercihleri ve değerler olabileceğini kabul edemez, içlerine sindiremezler.
Batı Trakya Türklerinin en küçük haklarına dokunulsa; Bulgaristan’daki soydaşların adlarına, dillerine en küçük müdahalede bulunulsa aslan kesilenler Kürtlerin çocuklarına Kürtçe isim vermesini, Kürtçenin hâlâ baskı görmesini, doğuda-güneydoğuda Kürtçe, Ermenice yer adlarının değiştirilip, zaman zaman da Kürtleri rencide edebilecek Türkçe adlar konmasını bin dereden su getirerek savunurlar.
Bu ülkenin açılım üstüne açılım ilan eden, Ermeni açılımı diye bir süre önce yeri göğü inleten başbakanı, ülkemize çalışmaya gelmiş yoksul Ermeni emekçileri bir çeşit tehcir anlamına gelen sınır dışıyla tehdit ederken, bu beyanları haklı olarak kınayan CHP, Cumhurbaşkanı’na sataşmak için “Onun annesini araştırmak lazım” diyen kendi milletvekilini ya da Başbakan’ın talihsiz olduğu kadar vicdansız sözlerinden birkaç gün önce, Ermeni soykırım yasasını engellemek için Ermenistan’a Türkiye’de çalışan Ermenileri geri yollama baskısı öneren milletvekillerini partide tutar, üstelik bir kınama bile vermez.
Zorunlu din derslerinin kaldırılmasını isteyen, Alevi kimlikleri yüzünden mağdur edildiklerini, eşit haklardan yararlanamadıklarını haklı olarak dile getiren Aleviler, sünni Müslümanların pek çoğu için birincil talep olan üniversitelerde türban yasağını delecek anayasa değişikliğine karşı çıkarlarken; AKP’ye yakın kesimler ve sünni Müslümanlar, Alevilerin din derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılması taleplerini, cem evlerine ibadet yeri statüsü tanınmasını, yani eşit dinsel hakları reddederler.
Ergenekon veya benzeri davaların kimi tutuklu sanıklarının, mevkileri değil ama yaşları itibariyle hastahanelerde bile tutulmadan tahliye edilmelerini haklı olarak talep edenler; kanser veya benzer ağır hastalık teşhisiyle, tıbbi olanaksızlıkların kol gezdiği, sağlam olanın hastalanacağı koğuşlarda kalan, ölüme beş kala evinde ölmesine bile izin verilmeyen gencecik mahkumları görmezler.
Haklı olarak, yargı bağımsız olmalı diye yeri göğü inleten muhalefet; kendisine ve statükocu-vesayetçi ideolojiye sımsıkı bağlı yüksek yargı erkinin başlarının, Genelkurmay Başkanı'nın, ordu üst kademelerinin yargıya en ağır biçimde müdahale etmesini doğal karşılar, hatta teşvik eder. İktidar ise kendine dokunacak ne varsa yargıdan kaçırmaya çabalar.
Ne yazık ki örnekleri istediğimiz kadar çoğaltabiliz. Eğer özeleştiri ve yüzleşme cesaretimiz varsa, kendimizin de pek çok konuda kendimize Müslüman olduğumuzu fark ederiz.
Bütün mağdurların kendi mağduriyetleri kadar ötekinin mağduriyetinin sona ermesi için de mücadele ettiği; inanan inanmayanın,Türk Kürdün - Ermeni’nin, sünni Alevinin, Genelkurmay Başkanı taş atan çocukların, Başbakan duruşma izlerken yumruk atılıp burnu kırılan Ahmet Türk’ün, CHP kapatılma tehdidi her an kafalarında kılıç gibi sallanan AKP’nin ve Kürt partilerinin, Müslümanlar Ermenilerin, muhafazakârlar dindarlar yaşam biçimlerini tehdit altında gören Batıcı laiklerin, türbanlı genç kadın mini etekli kızın, vb....vb....derdine, sorununa sahip çıktığı bir gün geldiğinde, ancak böyle bir toplumda, herkes herkesin hakkını savunur hale geldiği zaman eşitlikten, haktan ve demokratlıktan söz edebiliriz.
İnsan, doğası gereği kendine yontmaya eğilimlidir, “ben” “öteki”nden önce gelir ve çoğu zaman da öteki’ni kendine benzetmeye ya da yok etmeye yönelir. Yasalar, anayasalar, hukuk; insan doğasının bu “bencil şeytan” yanını dizginlemek, törpülemek, yumuşatmak içindir. Töreden hukuka, cemaatten açık sivil topluma geçiş, herkesin herkesi kendine eşit saydığı, herkesin herkesin hakkını teslim edip kendi hakkı gibi koruduğu bir sürecin de başlangıcıdır. Tarih bize bunun uzun ve henüz tamamlanmamış, yarısına bile gelinmemiş bir yol olduğunu gösteriyor. O yolda yürümek için toplumlar kadar insanların da değişmesi gerekiyor. Toplumu değiştirmek, özgürleştirmek, mağduriyetlerin tümünü kucaklayıp hafifletmek için önce kendimizden başlamaya ne dersiniz?