Örsan K. Öymen

14 Ekim 2011

Hayalet Kriz

Türkiye’de AKP hükümetinin ekonomi politikalarını önemli bir ölçüde belirleyen...


Türkiye’de AKP hükümetinin ekonomi politikalarını önemli bir ölçüde belirleyen iki kişi var: Başbakan Yardımcısı Ali Babacan ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek. Dün ikisi bir basın toplantısı düzenlediler ve güncel ekonomik gelişmeleri değerlendirdiler. Söyledikleri özetle şuydu: “Sadece 5. vitesten 4. vitese geçtik, dünyada ve Türkiye’de kriz psikolojisi yok, Türkiye’de büyüme hızı dünya ortalamasının üzerinde devam ediyor”.
Yani bütün dünyayı saran ve sarsan ekonomik kriz aslında yok. Herkes bir halüsinasyon içerisinde, Babacan ve Şimşek ikilisi ise gerçekleri görüyorlar. Onlar dışında herkes ilüzyon yaşıyor.
Aslında ABD’de büyük bir ekonomik kriz yaşanmadı; yüzbinlerce insan işsiz kalmadı; şirketler batmadı, devlet, özel sektörün bir kısmını kurtarmak için 800 milyar doları aşan sübvansiyon yapmadı, Merkez Bankası para basmadı; ABD Devlet Başkanı Barack Obama sağlık reformu paketini istediği gibi uygulayabildi; ABD ekonomisinin kurtarılması doğrultusunda Demokrat Parti’nin önerdiği önlem paketi Kongre’de muhafazakar Cumhuriyetçi Parti’nin engeline takılmadı, Obama bu paketin kabul edilmemesi durumunda ABD ekonomisinin çok daha büyük bir çöküntü içine gireceğini söylemedi; tüm bunların sonucu olarak şu anda ABD, kendi tarihinin en büyük protesto eylemlerinden birisine sahne olmuyor, Amerikalı eylemciler haftalardır, borsanın, bankaların ve özel sektörün merkezi olan New York’taki Wall Street'te, zengin iş adamlarının malikanelerinin önünde ve ABD’nin dört bir yanındaki finans merkezlerinde eylem yapmıyorlar, aslında bunlar bir tiyatro oyunu, haberlerde bunlar bize gerçekmiş gibi anlatılıyor, ancak daha sonra bunların kamera şakası olduğu açıklanacak.
Avrupa’da da ülkeler iflas etmedi, iflasın eşiğine gelmedi; İzlanda, İrlanda, Portekiz, Yunanistan aslında batmadı; bu ülkeler aksine müthiş bir ekonomik gelişmeye sahne oldular, Almanya, Fransa gibi ekonomisi daha güçlü ülkeler, hem bu ülkeleri hem de Avrupa Birliği’nin ortak para birimi Euro’yu kurtarmak için, kendi ekonomilerini de riske atmak uğruna, yüzlerce milyar Euro’luk yardım fonları oluşturmak zorunda kalmadılar; Euro’nun varlığı ve yararı AB içinde tartışma konusu haline gelmedi; İzlanda, İrlanda, Portekiz ve Yunanistan’daki krizin İspanya ve İtalya’ya sıçrama tehlikesi doğmadı; Yunanistan’da, Portekiz’de, İspanya’da, İtalya’da son aylarda yüzbinlerce kişi sokaklara dökülüp protesto eylemleri yapmadılar; Avrupa’da bankalar batmaya devam etmiyor. 
Türkiye’de de aslında işsizlik asgari düzeyde, resmi sayılara göre her on kişiden birisi, gayri resmi istatistiklere göre her on kişiden ikisi işsiz değil; işi olan herkes de ayın sonuna kadar gayet rahat geçiniyor, emeğinin karşılığını alabiliyor; çocuklarının ücretsiz bir biçimde çok  kaliteli eğitim ve sağlık hizmeti almasını sağlıyor; aslında gelir dağılımında herhangi bir dengesizlik yok; yoksulluk seviyesinde yaşayan vatandaşların sayısı ve oranı sürekli artmıyor; vergi adı altında zam üstüne zam yapılmıyor, dünyanın en pahalı benzini tüketilmiyor; yüzlerce milyar dolarlık iç ve dış borç yok, borç alıp borç ödeyen bir ülke değiliz.
Dünyada ve Türkiye’de ekonominin kriz içinde olduğuna inanan varsa kesin bir ilüzyon ve halüsinasyon durumu yaşıyordur. Bu insanlar bu inançlarını bir uyuşturucu etkisi altında geliştirmiş olabilirler; veya psikolojik bir sorun da olabilir. Bu ilüzyonları ve halüsinasyonları yaşayanların acilen bir psikoloğa görünmeleri gerekir. Bu insanlar olgu ile kurguyu birbirine karıştırmışlar. Belki de bilinçli olarak yalan söylemektedirler.
Bu insanlarda ayrıca ciddi bir paradigma sorunu da var. Ne demek gelir dağılımında denge? Ne demek sosyal adalet, ekonomik adalet? Ne demek emeğin karşılığını almak? Ne demek işsizlik? Ne demek ücretsiz kaliteli eğitim ve sağlık hizmeti almak? Ne demek üretilen şeyin paylaşımı?
Paradigmalar şöyle olmalı: Büyüme hızı, düşük enflasyon, yol, köprü, kavşak, tünel, toplu konut inşaatı. Yani AKP’nin ekonomik gelişme paradigmaları ve ölçütleri.
Büyüme hızından başlayalım: Bu büyüme hızı gerçekten de ekonominin en büyüleyici kavramlarından bir tanesidir. Büyüme hızı büyülemeye devam ediyor bizi. Büyüme hızı büyüleme hızına dönüşmüş durumda. Büyüme hızı bizi hızla büyülüyor. Hepimiz büyülenmiş bir vaziyette güler yüzlü, nur yüzlü Ali Babacan’ı dinliyoruz. Pekiyi burada büyüyen kim? Bir bütün olarak halkın ekonomisi mi büyüyor, yoksa belli başlı holdinglerin, şirketlerin, şahısların ekonomisi mi büyüyor? Büyüme hızı yatırım demek, üretim demek, hizmet demek, ancak nasıl oluyorsa bu işsizliğin azalmasına ve/veya gelir dağılımındaki dengesizliğin ortadan kalkmasına neden olmuyor. “Türkiye ekonomisi bu yıl yüzde 9 büyüdü, yüzde 11 büyüdü, yüzde 7 büyüdü” dendiğinde vatandaş kendi ekonomisinin büyüdüğünü mü düşünüyor? Türkiye ekonomisi belli başlı şirketlerin, holdinglerin, şahısların, belli bir sınıfın ekonomisine indirgenebilir mi?  Büyüyen kim? Büyülenen kim? Büyücüler kim?
Gelelim düşük enflasyona: Onlarca yıl yüzde 50’nin, yüzde 100’ün üzerinde enflasyon oranlarına şahit olan Türkiye insanı, enflasyon yüzde 6’ya, 7’ye, 8’e, 9’a, 10’a inince, ekonominin geliştiğini mi düşünecek? Enflasyon düşünce alım gücü, tüketim gücü artıyor mu? Tabii ki artmıyor. Neden? 
Birincisi: Artmıyor, çünkü her on kişiden ikisi işsiz, DİSK verilerine göre çalışabilecek olan nüfusun yaklaşık yüzde 18’i işsiz.
İkincisi: Çalışan kesimin yıllık ücret ve maaş artışı enflasyon oranının üzerinde gerçekleşmiyor, enflasyon düşse de, ona göre maaş artışı da düşüyor. Yani yüzde 60 enflasyonda yüzde 60 maaş zammı almakla, yüzde 6 enflasyonda yüzde 6 maaş zammı almak arasında bir fark yok. Enflasyon oranıyla birlikte maaş zammı oranı da ona paralel düşüyor.
Üçüncüsü: Türkiye’de sigortalı çalışanların yarısına yakını asgari ücret ile geçiniyor. Asgari ücret oranı 2011 yılı başı itibarıyla net 629 TL. Türk-İş’in istatistiklerine göre Türkiye’de dört kişilik bir ailede açlık sınırı 881 TL, yoksulluk sınırı 2871 TL. (Açlık sınırı rakamı, yani 881 TL, sadece temel gıda giderlerinin karşılanması için gerekli asgari tutar, yoksulluk sınırı rakamı ise, yani 2871 TL, gıda, giyim, ulaşım, kira, fatura, eğitim, sağlık giderlerinin karşılanması için gerekli asgari tutar; gelir 881 TL’nin altına düşerse aile aç kalıyor, 2871 TL’nin altına düşerse aile yoksul yaşıyor).  Yani bir ailede iki kişi asgari ücretle çalışsa bile, açlık sınırından kurtuluyor, ama yoksulluk sınırına takılıyor. Ailede dört kişi birden asgari ücretle çalışsa bile, (dördünün birden 16 yaştan büyük olması durumunda elbette, çünkü 16 yaştan küçükler çalışamıyor), aile yine yoksulluk sınırına takılıyor.
Ancak vatandaş her gün kuru soğan ve ekmek ile beslenir, ara sıra da baklagillerle takviye yaparsa, peynir, zeytin, et, meyve, sebze tüketmezse, bir yerden bir yere ulaşmaya çalışmazsa, mümkünse iş yerinde veya sokakta yaşarsa, üstüne başına bir şey almazsa, mümkünse çıplak yaşarsa, nüdist olursa, (ama buna da egemen ahlak kuralları ve iklim koşulları izin vermez), eğitim gibi lüks ve yüce davalarla ilgilenmezse, elden geldiğince hasta olmamaya gayret ederse, içki ve sigara içmezse, elbette bir sorun yok. Bu durumda enflasyon daha da düşmüş olur, neredeyse sıfıra yakın bir enflasyonla vatandaş kendi enflamasyonunu durdurmuş olur.
AKP’nin en çok bayıldığı ve gelişmenin, uygarlığın temel eserleri olarak gördüğü yol, köprü, kavşak, tünel, toplu konut işine gelecek olursak, bu halkın ve Türkiye’nin ekonomisine nasıl yansır, bunu da anlamak mümkün değil. Büyüme hızı ile büyülenmiş, düşük enflasyonla enflamasyonuna son vermiş olan vatandaş, trafikte, yolda ulaşmak istediği yere 15 dakika, 30 dakika, 60 dakika daha erken varınca, kafasına kuş mu konuyor, madalya mı alıyor, maaşına yüzde 20 zam mı alıyor, iş yerinden ikramiye mi alıyor, özel sağlık sigortası şirketinden hediye sağlık sigortası kartı mı alıyor? 
Toplu konuta gelince, Toplu Konut İdaresi Başkanlığı’nın kendi verilerine göre, 2003-2010 yılları arasında inşa edilen toplam 513,259 konutun 140,846’sı “alt gelir ve yoksul kesime” yönelik inşa edilmiş; ki bunlar da zaten onlara bedava dağıtılmış değil, onlara “uygun koşullarda” satış yapılmış. Tabii Toplu Konut İdaresi “alt gelir ve yoksul” kesim derken kimi kastediyor bu belli değil. Türk-İş’in sözünü ettiği yoksul kesimi kastediyorsa, uygun olduğu söylenen koşullar alt gelir ve yoksul kesim için ne kadar uygun olabilir, alt gelir ve yoksul kesimden geldiklerine göre, bu insanlar konut sahibi olmak için ne gibi borçlara girdiler, bir şey alırken karşılığında ne verdiler, onu da onlara sormak gerekir. Ayrıca Türkiye’de milyonlarca işsiz ve yoksul vatandaş varken, “alt gelir ve yoksul kesime” yedi yıl içinde 140,846 konut satılınca, on milyonlarca vatandaşın işsizliği ve yoksulluğu sona mı ermiş oluyor? 
Elbette sona ermiyor, ama toplu konut olsun, yol olsun, köprü olsun, kavşak olsun, tünel olsun, bu inşaatları yapan, ihaleleri alan şirketler zengin oluyor, Türkiye büyülenerek büyümeye devam ediyor.
Aslında mesele sadece AKP’nin bakış açısıyla da ilgili değil. Holdinglerin sahip olduğu gazetelerin ve televizyonların ekonomi sayfalarını ve programlarını incelediğimizde karşımıza nasıl bir tablo çıkıyor? AKP’nin ekonomik gelişme paradigmalarına ve ölçütlerine benzer şeyler: Şirket haberleri, borsa haberleri, altın değeri ve döviz kurları haberleri, büyüme hızı, enflasyon oranı vs. Sanki Türkiye’de herkes büyük şirket sahibi veya ortağı, herkes borsada oynuyor, herkesin altın madenleri var, herkesin cebinde, yastığının altında, banka hesabında dolarlar, Eurolar uçuşuyor, herkes büyüyor ve enflamasyonuna son veriyor. Ekonomi haberlerinde ne kadar sıklıkta işsizlik hakkında, gelir dağılımındaki uçurum ve dengesizlik hakkında, asgari ücret hakkında, açlık ve yoksulluk sınırı hakkında istatistiklere yer veriliyor. Bir sendika veya bir sol parti bir rapor hazırlarsa, bu, ayıp olmasın diye, kuşa çevrilmiş ve fazla dikkat çekmeyecek bir biçimde  yayınlanıyor, ama arkası gelmiyor, bu konuda yeterli sayıda açık oturum, tartışma programı düzenlenmiyor, yeterince yorum yapılmıyor, halkın büyük çoğunluğunu hiç ilgilendirmeyen ve etkilemeyen konular ekonomi sayfalarını ve programlarını işgal etmeye devam ediyor. Medyanın büyülendiği ve büyülediği yerde AKP’nin de büyülenmesi ve büyülemesi gayet doğal. 
Bu arada AKP diyebilir ki, “Bugüne kadar ekonomi hep böyleydi, sosyal adalet zaten hiç olmadı, bunun sorumlusu ben miyim?” Elbette, bu da doğaldır ve kısmen haklı bir çıkıştır. Ancak o zaman AKP statükocu olmadığını iddia etmemeli, vahşi kapitalist statükonun bir uzantısı olduğunu, müslüman kapitalist hareketin bir temsilcisi olduğunu, halkın bütününe yönelik bir çalışma ve hizmet anlayışı içinde olmadığını kabul etmeli, adındaki “adalet” ve “kalkınma” sözcüklerini de çıkartmalı, adını değiştirmeli, Adalet ve Kalkınma Partisi kime adalet sağlamış, kimi kalkındırmış, bunu açıklığa kavuşturmalıdır.
Pekiyi bütün bunlara rağmen Türkiye halkının yüzde 50’si son seçimde AKP’ye nasıl oy verdi?
Onun cevabını da büyük düşünür Karl Marx 19. yüzyılda zaten vermiş: “Din halkın afyonudur.” Yönetici sınıf halkı din fetişizmi ile uyutmaya devam ediyor!
Türkiye’yi de ne yazık ki profesyonel büyücüler yönetiyor. Halkın da büyük bir kabahati yok. Bir gün gelecek, halk aldatıldığının farkına varacak, yeni kuşaklar, yine halk, bu gidişata bir son verecek!