Örsan K. Öymen

02 Mart 2012

Dindar Gençlik, Dindar Eğitim

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı olarak, dindarlara ve dindar olmayanlara eşit mesafede duracağına, dindar gençlik yaratmak istediklerini...

 

 
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı olarak, dindarlara ve dindar olmayanlara eşit mesafede duracağına, dindar gençlik yaratmak istediklerini açıklayarak, demokrasi düşmanı olduğunu bir kez daha kanıtladı. Daha bu açıklamanın etkileri sona ermeden, AKP şimdi de, sekiz yıl olan zorunlu ilköğretim eğitimini sabote etme girişimlerine başladı.
 
“4+4+4” adı altında kamuoyuna sunulan ve TBMM Eğitim Komisyonu’nda görüşülecek olan, ardından da yasalaşmak üzere TBMM Genel Kurulu’na gönderilecek olan yasa taslağına göre, zorunlu eğitim 12 yıla çıkartılacak, ancak ilk 4 yıldan sonra öğrenciler “meslek eğitimine”, “açık öğretime”, “evde eğitime” yönlendirilebilecek! Yani zorunlu temel eğitim 8 yıldan 4 yıla inmiş olacak! Amaç halkı cehalete sürüklemek ve bu cehaletten siyaseten beslenmek!
 
“Cin Ali” AKP’ye ve onun tescilli laiklik düşmanı Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’e göre, 9-10 yaşında bir çocuk, hangi mesleği seçeceğine karar verecek! Daha meslek nedir bilmeyen, sektör nedir bilmeyen, para nedir bilmeyen, düzen nedir bilmeyen, oyun dışında bir şey düşünmeyen çocuk, yaşamını 9-10 yaşında yönlendirmeye başlayacak, eğer o bunu yapamıyorsa, babası ve annesi onu gerekli “mesleki hizaya” sokacak!
 
Nitekim Orta Doğu Teknik Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanlığı’nın hazırladığı ve söz konusu yasa taslağını eleştiren rapora göre, bu pedagoji ve psikoloji biliminin bulgularıyla tamamıyla çelişen bir durum. ODTÜ’nün raporu şöyle diyor: 
 
“Bilimsel gerçekler doğrultusunda 10 yaşındaki bir çocuğun mesleğe yönlendirilmesi çocuğun doğası ve geleceği açısından uygun değildir. Henüz somut işlem dönemini tamamlamamış, benlik algısı oluşmamış, mesleklere yönelik tutum ve ilgileri gelişmemiş, yeteneklerinin farkında olmayan, özetle gelişimsel olarak gelecekteki mesleğine yönelik karar vermeye hazır olmayan 10 yaş çocuklarının bu yaşta rehberlik servisi aracılığı ile belirli bir mesleğe yönlendirilmesi çağdaş eğitim ve kariyer gelişim ilkelerine aykırıdır.
 
...
 
Bu yaş döneminin bitimi ile psikososyal, duygusal, ve bilişsel olarak belirli bir olgunluğa ulaşan öğrenciler, ancak 14 yaşından itibaren hangi mesleklerin kendileri için uygun olduğu konusunda fikir sahibi olabilirler. Ülkemizde de mesleki eğitimin kısaltılması ve geciktirilmesi ihtiyacı ortada iken mesleki eğitimi 4. sınıfın sonundan itibaren başlatmak eğitim alanında geriye gidişin bir göstergesi olacaktır.
 
...
 
Ancak böyle bir esneklik, ikinci kademenin farklılaştırılması, “açık öğretim,” “mesleki eğitim,” “evde eğitim” gibi kavramlar altında çocuğun temel eğitimden yoksun bırakılması anlamına gelmemelidir. Özellikle açık öğretim ve evde eğitim seçenekleri, öğrencilerin bir bütün olarak gelişimleri için gerekli olan okul ortamından da yoksun kalmalarına neden olacaktır.
 
...
 
Bu durumda kanunun temel özünün zorunlu eğitimi 12 yıla çıkarmak olmadığı ve 4. sınıfın sonundan itibaren mesleki eğitim, açık öğretim gibi farklı eğitim kanallarının önünün açılması olduğu anlaşılmaktadır. Bu tür bir farklılaştırma ilk bakışta ilköğretim 2. kademede bir esneklik anlamına geliyor gibi görünse de, bu kanallara yönelen çocukların Milli Eğitim Bakanlığı tarafından tanımlanmış temel ve her çocuk için bir dereceye kadar standart olması gereken genel eğitimden yoksun kalacağı sonucu ortaya çıkmaktadır. Çocuğun doğasına ve farklı ihtiyaçlarına uygun eğitim çeşitli seçmeli dersler ve etkinlikler yoluyla zorunlu eğitim kapsamında karşılanabilir.”
 
Ancak kimse Türkiye’nin en önde gelen üniversitelerinden birisi olan ODTÜ’ye herhangi bir fikir sormamış! Türkiye’nin birçok başka önde gelen üniversitesine de bir şey sorulmamış! Zaten AKP’nin kılavuzu bilim değil, din kitapları ve cemaat liderleri! AKP’ye yakın bazı muhafazakar öğretim üyelerinden ve üniversitelerden, “üniversitelerin de, pedagogların da, uzmanların da görüşlerini aldık” demiş olmak için görüş alınmış, o kadar! 
 
Nitekim çeşitli üniversite öğretim üyelerinin ve sivil toplum örgütlerinin katkılarıyla Sabancı Üniversitesi bünyesinde oluşturulan Eğitim Reformu Girişimi de duruma isyan ediyor, bu taslakla zorunlu temel eğitimin sekiz yıldan dört yıla indiğini söylüyor. Eğitim Reformu Girişimi bu konuda geniş çaplı bir imza kampanyası da başlatıyor.
 
Ancak dindar gençlik yetiştirmek isteyen AKP, kimseyi umursamıyor, demokrasi kavramını sandıktaki oy oranına indirgeyerek, aldığı %50 oyun verdiği cesaretle, “Türkiye İslam Cumhuriyeti”ni fiilen kurmak için, kararlı adımlarla yoluna devam ediyor!
 
Bunu görmemek için ya enayi ya da kötü niyetli olmak gerekiyor!
 
Bu çerçevede geçtiğimiz haftalarda yine bu köşede yayımlanan “Dindar ve Dinsiz Gençlik” başlıklı yazımı da burada yeniden hatırlatmak şart oldu. Bu yazıdaki düşüncelerin doğrudan “4+4+4” hokkabazlığıyla ilgili olduğunu herkes yaşayarak acı bir biçimde öğrenecek, ancak bunlar öğrenildiğinde artık her şey için çok geç olacak.
 
İşte o yazıdan seçme bölümler:
 
Erdoğan’ın kendisi dindar olabilir ve “Ben dindarım” diyebilir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı dindar gençlik yetiştirmeyi bir hedef haline getirdiyse, o ülkede laikliğin sonu ilan edilmiş demektir. 
 
Türkiye Cumhuriyeti’nin dini yoktur. Devletlerin dini yoktur. Sadece vatandaşların dini vardır ya da yoktur.
 
Bu nedenle Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin dininin İslam olduğuna dair ifadeyi anayasadan çıkartmıştır. Çünkü devletin dini yoktur, vatandaşın dini vardır veya yoktur  ve devleti en üst düzeyde temsil eden kişi de dindara ve dinsize karşı eşit ve tarafsız bir mesafede durmalıdır.
 
Bir Başbakan’ın çıkıp, “Dinsiz bir gençlik, dinsiz bir nesil yetiştirmek istiyoruz” demesi ne kadar yanlış olursa, bir Başbakan’ın çıkıp, “Dindar bir gençlik, dindar bir nesil yetiştirmek istiyoruz” demesi de o kadar yanlıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nde veya herhangi bir ülkede vatandaşlar dindar da dinsiz de olmak zorunda değillerdir. Bu vatandaşların özgür iradesine kalmış bir şeydir. 
 
Nitekim bugün dünya nüfusunun yaklaşık %55’i tektanrıcı dinlere inanmaktadır. Yani dünya nüfusunun yaklaşık %55’i Hıristiyan, Müslüman veya Musevi’dir. (Söz konusu %55’in içindeki Musevi payı çok küçük bir orandır). Kalan yaklaşık %45 büyük ölçüde Hinduist, Budist, Taocu, Şintoist ve dinsizlerden oluşmaktadır.
 
Monoteistik bir Tanrı kavramına dayanmasalar da, Hinduizmin, Budizmin, Taoculuğun ve Şintoizmin de bir din oldukları savunulabilir. Ancak dünyada yaklaşık 1 milyar dinsiz insan da bulunmaktadır. Bu insanlar kendilerini hiçbir dinin üyesi olarak görmemektedirler.
 
Türkiye’de dinsizlerin oranı düşük olabilir, kimi tahminlere göre bu oran %5’i geçmez, ancak sonuçta Türkiye’de de dinsiz insanlar vardır. Bu kişilerin bir kısmı teist dinsizlerdir, bir kısmı ateist veya agnostik dinsizlerdir. Yani bir kısmı, her şeyin nedeni olan ancak kendisinin nedeni olmayan ve maddeden oluşmayan bir Tanrı kavramına inanmakla birlikte, İslam, Hıristiyanlık ve Musevilik dinlerine inanmamaktadırlar; örneğin peygamberliğe, vahiye, mucizelere, Tanrı’ya atfedilen bazı özelliklere, cennete, cehenneme, ruhun ölümsüzlüğüne, kutsal olduğu söylenen kitaplardaki ritüellere, geleneklere, bazı ahlaki yargılara inanmamaktadırlar. Dinsizlerin bir kısmı da, Tanrı’nın varlığını da reddetmekte veya Tanrı’nın varlığının da bilinemeyeceğini savunmaktadırlar.
 
İnsanlık tarihine baktığımızda da tektanrıcılık yeni bir durumdur ve ne zamansal ne de coğrafi açıdan genellenebilecek bir olgu değildir. İnsanın tarihi yaklaşık 3 milyon yıla dayanmaktadır, Homo Sapiens’in tarihi yaklaşık 200 bin yıla dayanmaktadır, tarımsal üretime ve yerleşik düzene geçiş anlamında uygarlık tarihi de yaklaşık 12 bin yıla dayanmaktadır. Tektanrıcılığın ise yaklaşık 3000 yıllık bir tarihi vardır.
 
Musevilik yaklaşık 3000 yıl önce, Hıristiyanlık yaklaşık 2000 yıl önce, İslam da yaklaşık 1400 yıl önce ortaya çıkmıştır. Bugün dünya nüfusunun yaklaşık %45’i bu üç dine inanmamaktadır.
 
18. yüzyılda yaşamış olan İskoçyalı filozof David Hume, Tanrı’nın varlığının, Tanrı’nın özelliklerinin, ruhun ölümsüzlüğünün, peygamberliğin, vahiynin ve mucizelerin bilinemeyeceğini, insan zihninin kapasitesinin ve sınırlarının, bunların bilinmesini olanaklı kılmadığını, dinlerin bu tezlerine inanmanın akla ve deneyime aykırı olduğunu savunur. 
 
19. yüzyıl Alman filozofu Friedrich Nietzsche de, tektanrıcı dinlerin yaşama düşman olduklarını, yaşamı değilledikleri ve sözde öte dünyalar kurguladıkları için nihilistik olduklarını, bu dinlerin özgür ve yaratıcı ruhların gelişmesi önünde bir engel oluşturduklarını, bu dinlerin despotik olduklarını, sürü zihniyetinden kurtulmak ve özgür olmak için dinlerin ve onların kurgusal tezlerinin aşılması gerektiğini savunur. 
 
Yine 19. Yüzyılda yaşamış olan Alman filozof Karl Marx da, dinin halkın afyonu olduğunu, dinin vaad ettiği mutluluğun hayali olduğunu, bunun bir ilüzyon olduğunu, dinin insancı olmadığını, ateizmin ise komünizm gibi insancı bir yaklaşım olduğunu, yeryüzündeki yabancılaşmaların ve eşitsizliklerin dinle değil, üretim araçlarında özel mülkiyetin ortadan kalktığı sınıfsız toplum modeli, yani komünizm ile giderilebileceğini savunur.
 
Şimdi bir Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı çıksa, Hume, Nietzsche ve Marx gibi düşünürlere dayanarak, “Biz dinsiz bir gençlik ve nesil yetiştirmek istiyoruz” dese, dindarlar kendilerini nasıl hissederler acaba? 
 
Başbakan’ın “Biz dindar bir gençlik ve nesil yetiştirmek istiyoruz” sözü, bir baskı ortamına neden olmuyor mu? Bu, bırakın mahalle baskısını, tepeden inme siyasi bir baskı değil midir? Bu faşizme doğru giden bir yol değildir de nedir?
 
Anlaşılan Başbakan, doğru insan, ahlaklı insan olmayı, dindar insan olmaya indirgemektedir.
 
Başbakana ve Türkiye’deki tüm dincilere göre, doğruluk ve ahlak dinin tekelindedir. Oysa bu tamamıyla dogmatik bir kurgudur. Bu tarihsel gerçeklere ve olgusal duruma tamamıyla aykırıdır. Dinci siyaset, olgu ile kurguyu yine birbirine karıştırmıştır.
 
Ahlak, tektanrıcı dinlerin ortaya çıkmasından önce zaten vardı. Sadece genel olarak ahlak değil, tektanrıcı dinlerin bazı ahlaki değerleri de bu dinler ortaya çıkmadan önce zaten vardı. 
 
Çok eskiye gitmeye de gerek yok. M.Ö. 5. ve 4. Yüzyılda, yaklaşık 2500 yıl önce yaşamış olan Platon , Aristoteles ve Epikuros gibi Antik Yunan filozofları, tektanrıcılıktan tamamıyla bağımsız olarak, adalet üzerine, ahlak üzerine, iyilik üzerine, erdem üzerine, dostluk üzerine yüzlerce sayfalık kitaplar yazmışlardır. Bu dönemde Musevilik Orta Doğu’da ufak bir coğrafya ile sınırlı bir azınlık diniydi ve Antik Yunan’daki egemen din değildi; çoğu filozofun bu dinden haberi bile yoktu; egemen din çoktanrıcılık idi. Hıristiyanlık ve Müslümanlık ise daha ortaya bile çıkmamıştı. Platon da, Aristoteles de, Epikuros da Musevi, Hıristiyan veya Müslüman değildi, ancak ahlak, adalet, iyilik, erdem, dostluk üzerine onlarca yıl düşünmüşlerdi, bu değerler üzerinden bir yaşam biçimi öne sürmüşlerdi ve bunu eserlerine de yansıtmışlardı.
 
Tektanrıcı bir kültürde yetişen birçok filozof ve düşünür için de aynı şey geçerli. Hume, Marx, Feuerbach, Sartre, Russell gibi düşünürler, dindar olmadıkları halde, dinsiz oldukları halde, Tanrı’ya da inanmadıkları halde, adalet üzerine, eşitlik üzerine, ahlak üzerine, iyilik üzerine yıllarca düşünmüşler, bu doğrultuda binlerce sayfalık tezler ortaya koymuşlar, yaşamlarını, aynen Platon, Aristoteles ve Epikuros gibi, daha ahlaklı, daha adil bir dünyanın oluşmasına adamışlardır. Elbette aynı işi bazı dindar filozoflar da yapmışlardır; ancak sonuçta, ahlak ve adalet, dinin tekelinde olan bir şey değildir. 
 
Başbakan demiş ki, “Dindar gençlik değil de, tinerci gençlik mi yetiştirelim?”. Başbakan’a soruyorum? Platon, Aristoteles, Epikuros, Hume, Nietzsche, Freud, Marx, Feuerbach, Sartre, Russell tinerci miydi?
 
Yapılan bir ankette, Amerikan Bilimler Akademisi üyelerinin %93’ünün ateist olduğu ortaya çıkmıştı. Bu durumda, bu ABD’li bilim adamları da tinerci mi oluyorlar?
 
Avrupa Birliği’nin en önemli kamuoyu araştırma kurumlarından birisi olan Eurobarometer’in 2005 yılında gerçekleştirdiği anketlere göre, İsveç’in %77’si, Danimarka’nın %69’u, Norveç’in %68’i, Fransa ve Hollanda’nın %66’sı, Britanya’nın %62’si, Finlandiya’nın % 59’u, Belçika’nın %57’si, Almanya’nın %53’ü, İsviçre’nin %52’si, Avusturya’nın %46’sı, İspanya’nın %41’i, İtalya’nın %26’sı Tanrı’nın varlığına inanmıyor. Bu durumda yüzlerce milyon Avrupalı da tinerci mi oluyor?
 
Aynı araştırmaya Türkiye de dahil edilmiş ve Avrupa ülkeleri içinde Tanrı’ya inananların yüzdesinin en fazla olduğu ülke %95 ile Türkiye çıkmış; Türkiye, Tanrı’ya inanç bağlamında Avrupa’da birinci sıraya yerleşmiş.
 
Şimdi Başbakan’a soruyorum: Avrupa Birliği ülkelerinde mi daha çok yolsuzluk, dolandırıcılık, sahtekarlık var, yoksa Türkiye’de mi? Avrupa Birliği ülkelerinde mi daha çok insan hakları ihlali var, yoksa Türkiye’de mi? Ahlak dinin tekelinde mi, değil mi?
 
Türkiye halkına soruyorum: Kapitalizmin eşitsizliklerine ve sömürüsüne karşı bir ömür boyu mücadele veren ateist Karl Marx mı daha ahlaklı, yoksa müslüman kapitalist Recep Tayyip Erdoğan mı?
 
Kitaplarının gelirlerini, öksüz çocukların eğitimi için kurduğu vakfa bağışlayan ateist Aziz Nesin mi daha ahlaklı, yoksa Recep Tayyip Erdoğan mı?
 
Ateist Aziz Nesin mi daha ahlaklı, yoksa onu Sivas’ta yakmaya ve katletmeye çalışan dinci yobazlar mı?
 
Ateist Aziz Nesin mi daha ahlaklı, yoksa onu yakmaya ve katletmeye çalışan dinci yobazların avukatları ve Recep Tayyip Erdoğan’ın hocaları mı?